3863 Kayıt Bulundu.
Bize Ebu Abdurrahman Abdülmelik b. Süleyman el-Antakî'nin naklettiğine göre Ebu Utbe Abbad b. Abbad el-Havvas eş-Şamî şöyle demiştir: "Aklınızı kullanınız; çünkü akıl büyük bir nimettir. Fakat nice akıllı insan var ki, asıl muhtaç olduğu ilimleri bırakmış, zararlı konulara dalmıştır. Bu yüzden de kalbi gaflet içinde kalmıştır. Halbuki bir kimsenin, üzerinde düşünülüp fikir beyan edilemeyecek (birtakım teorik-kelamî) konulara kafa yormayı terk etmesi onun üstün bir akla sahip olduğunu gösterir. İnsan böyle konularla ilgilenmeyi bırakmalı ki, salih ameller konusunda diğer insanlarla yarışmayı sürdürsün; sahip olduğu akıl üstünlüğü, böyle bir yarışı terk etmesinden dolayı onun için bir vebale dönüşmesin.Niceleri var ki, kalbi bidatle meşguldür. Dinî konularda Rasulullah'ın (sav) ashabını bırakmış, birtakım bidatçilerin peşine düşmüştür. Ya da kendi görüşüyle yetinmektedir; kendi görüşünün tek doğru yol, ona karşı çıkmanın da sapıklık olduğuna inanmaktadır. Kur'an'dan uzaklaşmaya çağırdığı hâlde, görüşlerini Kur'an'dan aldığını iddia etmektedir. Acaba ondan ve yandaşlarından önce Kur'an'ın muhkemiyle amel eden, müteşabihine iman eden ve Kur'an'ın aydınlık yolunda yürüyen hiç mi Kur'an muhafızı yoktu? Kur'an, Rasullah'ın (sav) önderi oldu. Rasulullah (sav), ashabına önderlik etti. Onun ashabı da, kendilerinden sonra gelen kimselere öncülük ettiler. (Ashabın önderliğinde yetişenler) bölgelerinde tanınmış, takipçileri bulunan ve aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen ehl-i ehvâyı eleştirme konusunda birlik olabilen kimselerdi. Ehl-i ehvâ ise, kendi görüşlerine uyarak doğru yoldan sapmış, doğru yolu terk ederek çeşitli sapık yollara girmişlerdi. Sonunda kendi delilleri onları en sapa çöllere savurdu da, ıssız çöllerde, sonuçlanması imkansız konulara daldılar. Şeytan, onların sapıklıklarıyla ilgili yeni bidatler ürettikçe, onlar da bir bidatten diğerine savruldular. Çünkü onlar ne selefin izini takip ettiler ne de (günahları terk eden) muhacirlere uydular. Anlatıldığına göre Ömer, Ziyad’a şöyle demiştir: 'İslam’ı ne yıkacak, biliyor musun? Alimin hatası, münafığın Kur’an üzerinden tartışması ve saptırıcı önderler.' Kur’an’ı iyi bilen alimlerinizin ve mescitlere devam eden dindar cemaatinizin arasında ortaya çıkacak gıybet, söz taşıyıcılık, insanlar arasında iki yüzlü davranma ve birine farklı diğerine farklı dille konuşma gibi konularda Allah’tan korkunuz! Nitekim bir rivayette, 'Dünyada ikiyüzlü olan, cehennemde de ikiyüzlü olacaktır' denilmiştir. Gıybet yapan kimse senin yanına gelir, hakkında kötü konuşulmasından hoşlanacağını düşündüğü bir kimsenin gıybetini yapar. Sonra da arkadaşına gider, senin gıybetini yapar. Bir de bakarsın gıybetçi, her birinizle ilgili hedefine ulaşmış; onun birinize söyledikleri diğerinize gizli kalmıştır! Artık her iki taraf, arkadaşının yanında kardeş, gıyabında ise düşman gibidir. Biri diğerinin yanına gidiyorsa, mutlaka şahsi bir menfaati vardır. Ondan uzak duruyor ve yanına uğramıyorsa, bunun sebebi de, içinde ona karşı beslediği saygı ve sevgiyi kaybetmiş olmasıdır. Böylece gıybetçi, yanına gelen arkadaşı (yüzüne karşı söylediği) övücü sözlerle büyüler, diğerinin ise arkasından konuşarak gıybetini yapar. Yetişin, ey Allah’ın kulları! Bu insanların arasında, böyle bir gıybetçinin hilesine engel olacak, Müslüman kardeşinin şeref ve namusunu koruyacak aklı başında bir yiğit ya da bir ıslahçı yok mu? Yok, laf taşıma konusundaki zaaf ve düşkünlüklerini bildiği için, tam tersine insanlara o gıybetçi hakim oldu. İnsanlar da ona hedefini gerçekleştirme fırsatı verdiler. Böylece onların dinleriyle birlikte kendi dini karşılığında (türlü türlü haramlar) yedi." Ey insanlar! Allah’tan korkun, Allah’tan! Yanınızda bulunmayan Müslümanların mahremlerini koruyun. Hayırlı sözler dışında, dillerinizi o kardeşlerinizden uzak tutun. İslam ümmetine karşı samimi olun. Çünkü siz Kur’an ve Sünnet’i ve onlardaki uygulamaları sonraki nesillere taşıyacak kimselersiniz. Unutmayın ki Kur’an, kendisiyle konuşulmadan konuşamaz. Sünnet de kendisiyle amel edilmedikçe işlevsel hale gelemez. Öyleyse alim susar da, ortaya çıkan kötülüklere engel olmaz, terk edilen iyilikleri emretmezse cahil ne zaman öğrenecek? Halbuki Allah kendilerine kitap verilenlerden, vahyi gizlemeyeceklerine ve onu insanlara açıklayacaklarına dair kesin söz almıştır. Allah’tan korkun! Şüphesiz siz takvanın zayıfladığı, huşuun (yani korku ve sevgi ile Allah’a boyun eğmenin) azaldığı, fesatçıların ilim sahibi olduğu bir zamanda yaşıyorsunuz. O bozguncular ilmi yitirmiş kişiler olarak değil, ilim sahibi olarak tanınmak istediler. Bunun sonucunda, ilme sokuşturdukları hatalı bilgiler vasıtasıyla kendi arzu ve isteklerine uygun ilmî görüşler ileri sürdüler. Kelimeleri bozarak, terk ettikleri hakkın yerine amel ettikleri batılı koydular. Bu yüzden onların günahları bağışlanmayacak kadar büyük günahlardır. Kusurları da itiraf edilemeyecek büyük kusurlardır. Rehber yolu şaşırmışsa, hak yolcusu doğru yolu nasıl bulsun? Onlar dünyayı sevdiler ama sırf dünyalık peşinden koşan ehl-i dünyanın makamını beğenmediler. Konuşmalarında ehl-i dünyadan uzak olduklarını söylediler ama yaşayışta onlar gibi davrandılar. Davranışlarıyla ön plana çıkmamak için de kendilerini sözleriyle savundular. Sonunda, ne alakalarının olmadığını söyledikleri suçlamalardan kurtulabildiler ne de içinde yer almak istedikleri statüye kavuşabildiler. Çünkü hakka uygun davranan kimse, sustuğunda bile hal diliyle konuşur. Rivayet edilir ki, Yüce Allah (cc) şöyle buyurmuştur: "Ben hikmetli sözler söyleyen kimsenin her sözünü kabul etmem. Önce onun gaye ve arzusuna bakarım; şayet hedef ve arzusu benim rızamı kazanmaksa, konuşmasa bile, ben onun susmasını bana yapılmış bir şükür ve saygı sayarım." Yüce Allah (cc) bir ayette şöyle buyurmuştur: "Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir." (Cuma 61/5) Bir başka ayette de şöyle buyurmuştur: "Size verdiklerimizi kuvvetlice tutun." (Bakara 2/93) Yani Kur’an’ın hükümleriyle amel edin. Sünneti de, hükümleriyle amel etmeksizin, sadece sözlü olarak benimsemekle yetinmeyin. Zira sünnetle ilgili böyle bir benimseme iddiası, ilmi zayi etmenin yanı sıra aynı zamanda sözlü bir yalandır. Bidatları, kusurlarınızı örten bir süs malzemesi yapmak için ayıplamayın. Çünkü bidatçıların kötülüğü sizi daha iyi insanlar haline getirmez. Bidatları, sırf bidatçılara saldırmak için de ayıplamayın. Zira böyle bir saldırı, kendi nefislerinizdeki bozukluktan kaynaklanır. Bir doktorun, hastalarını tedavi edip de kendisini hasta etmesi uygun olmaz. Çünkü doktor hastalanırsa, kendi hastalığıyla uğraşmaktan hastalarını tedavi etmeye vakti kalmaz. Fakat o, kendi sağlığını korumalı ki, hastalarını tedavi etme imkanı bulsun. İşte kardeşlerinizi eleştirirken sizin tavrınız da böyle olsun. Önce kendinize bakın ve Rabbinize karşı samimi, kardeşlerinize karşı merhametli olun. Bununla birlikte, başkalarının ayıp ve kusurlarıyla ilgilenmekten çok, kendi ayıp ve kusurlarınızla ilgilenin. Birbirinizden nasihat alın. Size nasihat eden de, sizden nasihat alan da yanınızda saygın ve değerli olsun. Ömer b. Hattab (ra) bu konuda, "Bana ayıp ve kusurlarımı gösteren kimseye Allah merhamet etsin!" demiştir. Hâlbuki siz, birisine bir şey söylediğinizde sözlerinize tahammül edilsin istiyorsunuz, ama aynısı size söylendiğinde öfkeleniyorsunuz. Yine aynı şekilde, kendiniz yadırganacak işler yaptığınızda size öfkelenilmesinden hoşlanmıyorsunuz, ama başkalarında böyle bir durum gördüğünüzde siz onlara öfkeleniyorsunuz. Kendi görüşünüzü ve sizinle çağdaş olanların görüşünü suçlayın. Konuşmadan önce iyice araştırın. Bir şeyi yapmadan önce bilgi sahibi olun. Çünkü öyle bir zaman gelecek ki, hakla batıl birbirine karışacak. İyilik kötülüğe, kötülük iyiliğe dönüşecek. Bunun sonucunda, niceleri Allah’tan uzaklaştıracak şeylerle O’na yaklaşmaya çalışacak, niceleri de Allah’ın nefretine sebep olacak şeylerle O’nun sevgisini kazanmaya çalışacak. Nitekim Yüce Allah (cc) şöyle buyurmuştur: "Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, ameli iyi olan kimse gibi mi olacaktır?..." (Fâtır 35/8) Binaenaleyh hakikat, delilleriyle ortaya çıkıncaya kadar, şüpheler üzerinde iyice durun, onları iyice araştırın. Zira bilmediği bir işe bilgisizce dalan kimse günahkâr olur. Kim Allah'ın hoşnutluğunu gözetirse Allah da onu gözetir. Kur’an’a sarılın; ona uyun ve ondaki hükümlerin uygulanmasına öncü olun. Kur’an’ın hükümlerini hakkiyle uygulayanların izini takip edin. Şayet hahamlar ve rahipler Allah’ın kitabını uyguladıklarında ve doğru açıkladıklarında makam ve mevkilerinin gitmesinden korkmasalardı, onu ne değiştirirler ne de gizlerlerdi. Fakat onlar Kitab’a aykırı davrandıklarında makamlarının gitmesinden ve yaptıkları kötülüğün insanlar tarafından anlaşılmasından korktukları için insanları kandırmaya, yaptıklarını onlara farklı göstermeye çalıştılar. Bunun için Kitab’ı yanlış yorumlayarak tahrif ettiler. Tahrif etmeyi başaramadıkları hükümleri de gizlediler. Sonra da makamlarını korumak için kendi yaptıkları iş hakkında sessiz kaldılar. Kavimlerinin onlarla hoş geçinmek için yaptıklarına ses çıkarmadılar. Halbuki Allah, kendilerine kitap verilenlerden , onu insanlara açıklayacaklarına ve gizlemeyeceklerine dair kesin söz almıştı. Ama onlar Allah’ın Kitab’ını gizleme konusunda birbirleriyle yardımlaştılar ve onu tahrif etmelerine göz yumdular.
Açıklama: Süfyan es-Sevrî, öğrencilerine ve dostlarına zühd ve takva konularında bazı mektup ve vasiyetnameler yazmıştır. Darimî tarafından nakledilen bu metin de, onun Abbad b. Abbad'a yazdığı bir risaledir. (DİA, "Süfyân es-Sevrî" md., XXXVIII, 24)
Bize Ebu Numan, ona Ebu Avâne, ona Esved, ona da Nübeyh el-Anezî, Câbir b. Abdullah'ın şöyle anlattığını nakletti: Rasulullah (sav) müşriklerle savaşmak üzere yola çıktı. O zaman babam Ebu Abdullah (bana) şöyle dedi: "Ey Câbir! Senin, Medineliler'in gözcüleri arasında olman lazım. Ta ki işimizin neye varacağını bilesin! Zira, vallahi, ben ardımda kızlarımı bırakmasaydım senin gözlerimin önünde öldürülmeni arzu ederdim!" (Câbir) dedi ki: Derken ben gözcülerin arasındayken halam babamı ve dayımı mezarlığımızda defnetmek için getiriverdi. Peşinden "Hz. Peygamber (sav) size, ölüleri geri götürüp, öldürüldükleri yerde mezarlarına gömmenizi emrediyor!" diye bağıran bir adam ulaştı. Bunun üzerine onları geri götürüp öldürüldükleri yerlerde mezarlarına defnettik. Daha sonraları bir ara Muâviye b. Ebu Süfyân'ın halifeliği dönemindeyken bir adam çıkageldi ve "Ey Câbir b. Abdullah! Muâviye'nin görevlileri (su kanalı yapmak için) babanın mezarını açtılar. (Mezar açma işi) başladı ve bazı (cesetler) ortaya çıktı” dedi. Hemen onun (yani babamın kabrinin) yanına gittim. Onu, -ölüde görülebilecek bazı değişiklikler hariç- değişmemiş bir halde, gömdüğüm gibi buldum. (Câbir) dedi ki: Sonra onu (tekrar) toprağa gömdüm. Babam (öldüğünde geriye) bir miktar hurma borcu bırakmıştı. Borçlu olduğu kimselerden biri, alacağını alma hususunda beni sıkıştırıyordu. Ben de Rasulullah'a (sav) gelip şöyle dedim: "Ey Allah'ın Rasulü! Babam filanca gün [Bedir'de] vurulup, (şehit düştü.) Geriye bir miktar hurma borcu bıraktı. Borçlu olduğu kimselerden biri (borcunu) isteyip beni sıkıştırıyor. Bu sebeple bana bu şahıs nezdinde yardım etmeni arzu ediyorum. Belki şu önümüzdeki hurma hasadına kadar (alacaklı olduğu) hurmasının bir kısmında bana mühlet verir!" Hz. Peygamber (sav) "Peki! İnşallah gün ortasına yakın sana gelirim" dedi. Sonra beraberinde yakın arkadaşları olduğu halde geldi ve gölgede oturdular. Rasulullah (sav), selam verip giriş izni istedi. Ardından (izin verilince) yanıma (evime) girdi. (Câbir) dedi ki: Ben hanımıma önceden "Rasulullah (sav) bugün gün ortasında bana gelecek, sakın seni (ortalıkta) görmesin! (Evimde) hiçbir şey hususunda Rasulullah'ı (sav) incitme, ona söz söyleme!" demiştim. Bir yaygı yaydım, bir yastık koydum! O da başını koydu, uyudu. Ben, köleme dedim ki "Şu dişi oğlağı kes! O evde beslenmiş semiz bir hayvandır. Ama çabuk ol, acele et! Rasulullah (sav) uyanmadan önce onu bitir. Ben de seninle beraberim (sana yardım edeceğim.)” Oğlağı (hazırlamakla) meşgul olmaya devam ettik. Nihayet Hz. Peygamber (sav), uyurken (işi) bitirdik. Sonra "Hz. Peygamber (sav) uyandığı zaman (abdest) suyunu ister. (Abdest almasını) bitirince kalkıp (gitmesinden) endişe ediyorum. Dolayısıyla abdestini bitirmeden, (pişmiş) oğlak önüne konulmuş olsun!" dedim. Rasulullah (sav) uyanınca "Câbir! Bana (abdest) suyu getir" diye emretti. "Peki" dedim. Müteakiben, abdestini bitirir bitirmez (pişmiş) oğlağı önüne koydum. (Câbir) dedi ki: Rasulullah (sav) o zaman bana bakıp "Eti sevdiğimizi sanki biliyor gibisin!" (dedi ve) "Ebu Bekir'i çağır!" diye buyurdu. Sonra (dışarıdaki diğer) yakın arkadaşlarını çağır(t)tı. (Câbir) dedi ki: Daha sonra yemek getirilip (ortaya) konuldu. (Câbir) şöyle devam etti: Bunun üzerine Rasulullah (sav), elini koyup "Bismillah! Yiyiniz!" buyurdu. Doyuncaya kadar yediler. (Geriye) çokça et arttı. (Câbir) dedi ki: "Vallahi Seleme oğullarının (yani kendi kabilesinin) insanları ona (yani Hz. Peygamber'e (sav) iştiyakla) bakmaktadırlar. O (sav), onlara gözlerinden daha sevgilidir. (Ama) incitme korkusuyla Ona (sav) yaklaşmıyorlar!" Sonra (Hz. Peygamber (sav)) kalktı. Ashabı da kalktı ve Onun önünde dışarı çıktılar. (Hz. Peygamber) şöyle buyururdu: "Sırtımı (arkamı) meleklere bırakın." (Câbir) dedi ki: Kapının (sav) eşiğine varıncaya kadar peşlerinden gittim. (Bu esnada) hanımım (bulunduğu yerden) başını çıkardı, -halbuki o gizlenmeyi seven birisi idi.- Ve "Ya Rasulullah! Bana ve kocama dua buyurun!" dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber (sav); "Allah seni ve kocanı hayırlarla kuşatsın” diye dua etti. Sonra, (alacağını) isteme hususunda beni sıkıştıran alacaklı için "Bana falanı çağırın" buyurdu. (O çağrıldı ve geldi. Hz. Peygamber (sav)) de "Câbir'e babasından kalan borcunun bir kısmını şu önümüzdeki hasada kadar ertele!" buyurdu. (Alacaklı adam) "Yapamam!" dedi. (Câbir) şöyle devam etti: (Alacaklı adam) "O yetimlerin malıdır" diyerek mazeret ileri sürdü. Bunun üzerine Rasulullah (sav) "Câbir nerede?” diye sordu. "Ben buradayım, ya Rasulullah !” dedim. "(Acve hurmasından) ona ölç, (ver). Zira Allah (cc), ona hakkını tam verecektir" buyurdu. Sonra başını göğe kaldırdı. Güneşin batıya yöneldiğini gördü, şöyle buyurdu: “Ey Ebu Bekir, namaz!" (Câbir) dedi ki: Bundan sonra mescide geri döndüler. Ben de alacaklıma "Kaplarını getir" dedim ve acve hurmasından ona ölçüp (verdim). Allah (cc) da ona hakkını tam verdi. (Üstelik) bize hurmadan şu kadar da arttı. Ardından ben bir kıvılcım gibi koşarak, mescidinde iken Rasulullah’a (sav) geldim ve Rasul-i Ekrem'i (sav) namazını kılmış halde buldum. Kendisine dedim ki "Ya Rasulullah! Ben alacaklıma hurmasını ölçüp (verdim). Allah (cc) da ona hakkını tam verdi. (Üstelik) bize şu kadar da hurma arttı.” Bunun üzerine Rasulullah (sav) "Ömer b. Hattâb nerede?” diye sordu. (Câbir) dedi ki: Ömer hemen koşarak geldi. (Hz. Peygamber (sav)) "Câbir'e alacaklısını ve hurmasını sor bakalım!” buyurdu. O şöyle cevap verdi: "Ona soracak değilim. Sen, Allah'ın (cc) ona hakkını tam vereceğini haber verdiğin zaman kesin olarak bilmiştim ki Allah (cc) ona hakkını tam verecektir." (Hz. Peygamber (sav) aynı sözü) ona tekrar söyledi. O (Hz. Ömer) da bu cevabı Ona (sav) tekrar söyledi. Üç defa böyle yaptılar. Her defasında (Hz. Ömer) "Ona soracak değilim" diyordu. (Bu gibi durumlarda) Hz. Peygamber'e (sav) üçüncü defadan sonra karşılık verilmez, (yani emri yerine getirilir)di. Bu sebeple (Hz. Ömer, Câbir'e) "Hurma alacaklınla hurma işini ne yaptın?" diye sordu. (Câbir) şöyle devam etti: "Allah (cc) ona hakkını tam verdi. (Üstelik) bize şu kadar da hurma arttı" dedim. Daha sonra hanımımın yanına döndüm ve "Evimde Rasulullah'a (sav) söz söylemekten seni menetmemiş miydim?" dedim. O da "Allah Teâlâ'nın (cc), Peygamberi'ni (sav) evime getireceğini, sonra da kendim ve kocam için Ondan (sav) dua talep etmeden çıkacağını mı zannediyordun?" diye cevap verdi.
Bize Ebu Âsım Ahmed b. Esed, ona Yahya b. Yemân, ona Süfyân, ona Leys, ona da bir adamın rivayet ettiğine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Kişi, kendisinden üstün olana haset etmedikçe, kendisinden altta olanı küçük görmedikçe ve ilmine karşılık bedel istemedikçe âlim olamaz.
Bize Ebu Velid Ahmed b. Abdullah el-Herevî, ona Muâz b. Muâz, ona İbn Avn, ona Amr b. Saîd, ona da Ebu Zür'a b. Amr b. Cerîr, Hayye bt. Ebu Hayye'nin şöyle anlattığını nakletti: Öğle vaktinin tam sıcağında bir adam yanımıza girdi. Ben de "Ey Allah'ın kulu! Nereden geldin?" dedim. Şöyle karşılık verdi: "Ben ve bir arkadaşım, aradığımız bir şey için geldik. Arkadaşım, aradığımız şeyin peşine gitti. Ben de gölgelenmek ve içecek bir şey içmek için (buraya) girdim. Bunun üzerine kalktım, biraz ekşi süt (lübeyne) aldım, -Hayye belki de "Bunun üzerine kalktım, ekşi ayran (dayha) aldım" dedi. -Ve ona (adama) ikram ettim. O da içti, ben de içtim. (Hayye) şöyle devam etti: "Onu dikkatle inceledim [Onu büyük bir ihtimal tanıdım]. Akabinde "Ey Allah'ın kulu! Sen kimsin?" dedim. O da "Ben Ebu Bekir'im" dedi. "Sen, Rasulullah'ın (sav) (namını) duymuş olduğum arkadaşı Ebu Bekir misin?" dedim "Evet" dedi. (Hayye) dedi ki: O zaman ben, Has'am [Benî Has'am yani Adnânîler'e mensup bir Arap kabilesi] ile yaptığımız savaşı, cahiliye döneminde birbirimizle yaptığımız harbi, Allah'ın getirdiği birliği, uyumu ve çadırların iplerini (bağlamasını, yani cemiyette birliği sağlamasını) zikrettim. -(Ahmed dedi ki; rivayetin bu yerinde) İbn Avn parmaklarını birbirine kenetlemiş, Muâz anlatmış, Ahmed de (parmaklarını) kenetlemişti. Sonra şöyle dedim: "Ey Allah'ın kulu! İnsanların bu durumunun ne zamana kadar (böyle devam edeceğini) sanıyorsun?" O da "Önderler dosdoğru yolda oldukları sürece!" diye cevap verdi. "Önderler ne (demek?)" diye sordum. O da "Seyyid görmedin mi? Hani obada olur da, (oba halkı) ona uyup itaat ederler. İşte bunlar dosdoğru yolda oldukları sürece." diye cevap verdi.