199 Kayıt Bulundu.
Bize Ebu Yemân, ona Şuayb, ona ez-Zührî, ona Ubeydullah b. Abdullah b. Sevr, ona da Abdullah b. Abbâs (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nın haklarında 'Eğer her ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalbleriniz eğrilmişti...' (et Tahrîm, 66/4) buyurduğu, Hz. Peygamber'in (sav) zevcelerinden iki kişinin kim olduğunu Ömer b. el-Hattâb'a (ra) sormayı çok istiyordum. Nihâyet Hz. Ömer hac seyahatine çıkmış, ben de onunla beraber hacca gitmiştim. Yolda (giderken) Hz. Ömer bir kenara saptı, ben de hemen bir matara su ile onu takip ettim. Ömer gidip abdest bozdu, sonra yanıma geldi, ben de ellerine su döktüm, abdest aldı. Dedim ki: “- Ey mü’minlerin emîri! Yüce Mevlâ’nın haklarında ‘Eğer ikiniz tevbe ederseniz ne güzel! Çünkü ikinizin de kalpleri eğrildi’ buyurduğu, Rasûlullah’ın (sav) hanımlarından ikisi, hangileridir?” “- Hayret sana, ey Abbas’ın oğlu! Onlar, Âişe ile Hafsa’dır.” Sonra Ömer, hadîsi şu şekilde rivâyet etti: "Ben, Ensâr'dan bir komşumla Medîne'nin Avâlî bölgesinde Ümeyye b. Zeyd oğulları mahallesinde oturuyorduk. Biz o komşum ile Medine'ye Hz. Peygamber'in yanına nöbetleşe gidiyorduk; bir gün o gidiyor, bir gün de ben gidiyordum. Ben gittiğim zaman o günün vahy haberlerini yahut diğer haberleri ona getirirdim, o gidince de aynı şeyi yapardı. Biz Kureyş kabilesi, kadınlara hükmeden bir millettik. Ensârın yanına geldiğimizde, burada kendilerine kadınların hükmettiği bir halk bulduk. Bizim kadınlarımız da, onların kadınlarından (bu tutumu) öğrenmeye başladılar. Bir gün karıma kızdım. Baktım ki o da bana cevap yetiştiriyor. Onun cevap yetiştirmesini garipseyince de dedi ki: “- Sana cevap yetiştirmemi niye garipsiyorsun? Vallahi Rasûlullah’ın (sav) hanımları da O’na dikleniyorlar; hatta bazen onlardan biri, geceye kadar bütün gün yanına bile uğramıyor.” Bu sözler beni dehşete düşürdü ve "Böyle bir şeyi kim yapıyorsa mahvolmuştur" dedim. Sonra elbisemi giydim, Medîne'ye inip (kızım) Hafsa'nın yanına gittim. Ona, "— Ey Hafsa, sizlerden biri Hz. Peygamber'i tâ akşama kadar bütün gün boyunca kızgın kaldığı oluyor mu?" dedim. "— Evet, dedi. Ben de ona, "— Öyleyse kesinlikle perişan oldun ve hüsrana uğradın. Siz, Rasûlullah'ın (sav) gazabından dolayı Allah'ın size gazab etmeyeceğinden emin mi oldunuz? Allah sana gazap ederse, hiç şüphesiz helâk olursun. Kızım, sen Peygamber'den çok şey isteme ve hiçbir konuda O'na laf yetiştirme, karşılık verme ve Peygamber'den sakın ayrı kalma! Eğer bir ihtiyacın olursa, gel benden iste. Senden daha güzel ve Rasûlullah’a (sav) daha sevgili olan ortağının durumu -Hz. Âişe’yi kastediyor- sakın seni aldatmasın!” dedim. Hz. Ömer, şöyle devam ediyor: “O sırada bizler Gassanlılar’ın, bizimle savaşmak için atlarını nallattıkları haberini konuşuyorduk. O gün arkadaşım Rasûlullah’ın (sav) yanına indi, sonra yatsı vakti bana geldi, kapımı şiddetle çaldı, "- O, orada mı?" dedi. Korktum ve hemen kapıya çıktım. Komşum, "- Bugün büyük bir olay oldu" dedi. “- Ne oldu? Yoksa Gassanlılar mı saldırdı?” dedim. “- Hayır! Daha büyük ve daha korkunç bir şey!... Rasûlullah (sav) hanımlarını boşadı!” dedi. “- Öyleyse Hafsa perişan oldu ve hüsrana uğradı. Zaten bunun olacağını tahmin ediyordum” dedim. Hemen giyinip çıktım, sabah namazını Rasûlullah (sav) ile birlikte kıldım. Namazdan sonra Hz. Peygamber hücresine gitti ve orada yalnızlığa çekildi. Ben hemen Hafsa'nın yanına gittim, baktım ki Hafsa ağlıyor. Ona, "- Neden ağlıyorsun? Ben seni böyle bir netice için uyarmamış mıydım? Rasûlullah (sav) sizleri boşadı mı?” dedim. “- Bilmiyorum, kendisi işte şu hücreye çekildi” dedi. Oradan çıktım, Mescid-i Nebî'deki minberin yanına vardım, baktım ki minberin çevresinde insanlar toplanmış, bir kısmı da ağlıyordu. Bir müddet onlarla oturdum, sonra kendime mani olamadım ve Hz. Peygamber'in uzlete çekildiği hücresine gittim. Rasûlullah’ın (sav) siyah uşağına; “- Ömer’in (görüşmesi) için Rasûlullah’tan (sav) izin iste!” dedim. Uşak içeri girdi, Hz. Peygamber'le konuştu, sonra çıktı ve dedi ki: “- Seni söyledim, ama bir şey demedi.” Bunun üzerine döndüm, tekrar minberin yanına vardım. Oradaki insanlarla bir müddet oturdum. Sonra hislerime engel olamadım, tekrar gidip uşağı buldum. Kendisine, “- Ömer için izin iste!” dedim. Uşak içeri girdi, sonra çıktı ve; “- Seni söyledim, ama yine bir şey demedi” dedi. Tekrar döndüm, minberin yanına vardım, oradaki insanlarla bir müddet daha oturdum. Sonra yine dayanamadım ve tekrar gidip uşağı buldum. Yine; “- Ömer için izin iste!” dedim. Uşak içeri girdi, sonra çıktı ve; “- Seni söyledim, ama yine ses çıkarmadı” dedi. Tam dönüp giderken uşak beni çağırdı; "- Rasûlullah (sav) sana izin verdi" dedi. İçeri girdim, baktım ki Rasûlullah (sav) kuru bir hasıra uzanmış, hasırla üzerine bir döşek koymamış, dolayısıyla vücuduna hasırın izleri çıkmış, başını da içi hurma lifi dolu deri bir yastığa yaslamıştı. Selam verdim, sonra ayakta durup, “- Ey Allah’ın Rasûlü, hanımlarını boşadın mı?” dedim. Başını bana doğru kaldırdı ve, “- Hayır!” dedi. Ben, “- Allahü ekber!” dedim ve ayakta iken sevinçle şöyle devam ettim: "— Ya Rasûlallah! Beni gördün ki, biz Kureyş topluluğu kadınlara galip idik. Ama Medine'ye geldiğimizde öyle bir kavim bulduk ki, kadınları onlara galip geliyor." Bu sözlerim üzerine Hz. Peygamber gülümsedi. Sonra şunları söyledim: "— Yâ Rasûlallah! Beni görseydin, Hafsa'nın yanma girmiştim de ona: 'Sakın arkadaşının Peygamber'e senden daha güzel ve daha sevgili olması seni aldatmasın' demiştim. -Hz. Ömer bu sözüyle Âişe'yi kastediyor-." Hz. Peygamber tekrar gülümsedi. Rasûlullah'ın (sav) gülümsediğini görünce, ben de oturdum. Başımı kaldırıp odaya baktım. Vallahi orada üç adet deriden başka göze dokunur hiç bir şey göremedim. Dedim ki: “- Ey Allah’ın Rasûlü, ümmetine genişlik vermesi için Allah’a duâ et! O, Rumlar’a ve İranlılar’a genişlik verdi. Onlar Allah'a mkulluk yapmadıkları halde kendilerine dünyayı verdi.” Bunun üzerine yaslanmış olan Rasûlullah (as.) doğrulup oturdu, sonra şöyle buyurdu: “- Şu dünya hayatının geçici güzelliklerini mi kastediyorsun, ey Hattab’ın oğlu! Onlar öyle bir millettir ki, kendilerine güzellik olarak sadece dünya nimetleri verilmiştir." Bunun üzerine ben hemen, "— Benim için mağfiret dile ey Allah'ın Rasûlü" dedim. Rasûlullah (sav), Hafsa’ya verdiği sırrı Âişe’ye ifşâ etmesi üzerine hanımlarına çok kızmış ve bir ay onların yanına girmemeye yemin etmişti. Tam 29 gün onlardan uzak durdu. Cenab-ı Hakk'ın kendisini azarlaması üzerine eşlerine duyduğu kızgınlık yüzünden "Bir ay eve gelmeyeceğim" diyerek ayrılmıştı. Aradan 29 gün geçince Hz. Âişe'nin hücresine gitti, eşlerini dolaşmaya ilk oradan başladı. Evine geldiğinde Hz Âişe kendisine, “- Ey Allah’ın Rasûlü, sen bir ay bizim yanımıza gelmeyeceğine yemin etmiştin. Halbuki ben saydım, yirmi dokuzuncu gün geldin” dedi. Hz. Peygamber de sadece, “- Ay bazen yirmi dokuz çeker” buyurdu. O ay gerçekten 29 çekmişti. Hz. Âişe dedi ki: Akabinde Cenâb-ı Hak muhayyerlik (boşanmayı veya Hz. Peygamber'le evliliği devam ettiğrmeyi seçmek) âyetini (el-Ahzâb, 28-29) gönderdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, muhayyerlik teklifini ilk olarak bana yaptı, ben de kendisini tercih ettim. Sonra aynı teklifi bütün zevcelerine yaptı, onların da hepsi Rasûlullah'ı (sav) seçtiler.
Bana Muhammed b. Abdullah b. Nümeyr, ona İbn İdris, ona İsmail, ona Kays, ona Cerir (ra) şöyle demiştir: Müslüman olduğumdan beri Rasulullah (sav) ne zaman yanına girmek istersem izin vermiştir. Beni ne zaman görse mutlaka bana tebessüm etmiştir.
Bize Ahmed, ona İbn Vehb, ona Amr, ona Ebu nadr, ona da Süleyman b. Yesar'ın naklettiğine göre Peygamber'in (sav) zevcesi Âişe (r.anha) şöyle demiştir: "Ben Rasulullah'ın (sav) küçük dili görülecek kadar ağzını açarak kahkaha attığını hiç görmedim. O, sadece gülümserdi."
Bize Yahya b. Bukeyr, ona Leys, ona Ukayl rivayet etti, başkası ise: Bana Leys, ona Ukayl, ona İbn Şihab, ona Ubeydullah b. Abdullah, ona İbn Abbas’ın rivayet ettiğine göre Ömer b. el-Hattab (r.a) dedi ki: Abdullah b. Ubeyy b. Selûl ölünce cenaze namazını kıldırmak üzere Rasulullah (sav) davet edildi. Rasulullah (sav) (namaz için) durunca, ben onun önüne atıldım ve dedim ki :'Ey Allah’ın Rasulü, İbn Ubeyy’in namazını mı kıldıracaksın? Hâlbuki o, filan günde şunları, şunları söylemişti.' (Ömer devamla) dedi ki: Ona söylediklerini saydım. Rasulullah (sav) gülümsedi ve: "Benden biraz uzak dur, kenara çekil" buyurdu. Ben ona çok ısrar edince: "Ben seçim yapmakta serbest bırakılınca, ben de tercihimi yaptım. Eğer yetmiş defadan fazla ona mağfiret dilediğim takdirde günahlarının bağışlanacağını bilsem, ben de ona yetmiş defadan fazla mağfiret dilerdim" buyurdu. (Ömer devamla) dedi ki: Rasulullah (sav) onun cenaze namazını kıl(dır)dı, sonra da ayrılıp gitti. Aradan fazla zaman geçmeden Berâe (Tevbe) sûresinden o iki âyet: 'Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma…fâsık olarak öldüler' (Tevbe 9/84) nâzil oldu. (Ömer) dedi ki: Daha sonra Rasulullah’a (sav) karşı bu şekildeki cüretkârlığıma şaştım. Allah ve Rasulü elbette en iyi bilendir.
Bize Said b. Ufeyr, ona Leys, ona Ukayl, ona da İbn Şihab Enes b. Malik'in (ra) şöyle anlattığını rivayet etti: "Pazartesi günü Müslümanlar Ebu Bekir'in imamlığıyla sabah namazını kılıyorlardı. Birden Rasulullah (sav), Aişe'nin (r.anha) odasının (kapısı niyetine kullanılan) perdeyi açtı ve onlara baktı. Cemaat o sırada saf tutmuş namaz kılıyordu. Rasulullah (sav) (bu manzarayı görünce çok sevindi), önce tebessüm etti, sonra da sesi duyulacak derecede güldü. Ebu Bekir, Rasulullah'ın namaza gelmek istediğini zannettiğinden, geriye doğru çekilip safa girmeye davrandı." Enes devamla dedi ki: "Müslümanlar Rasulullah'ı (sav) görmekten dolayı o kadar çok sevindiler ki az kalsın namazdan çıkacaklardı. Rasulullah (sav) onlara eliyle "Namazınızı tamamlayınız!” diye işaret etti. Sonra tekrar odasına girdi ve (kapı) perdesini indirdi.
Açıklama: Bu, ashâbın topluca Hz. Peygamber'i (sav) gördükleri son sahnedir.
Bize Abdulaziz b. Abdullah, ona Süleyman, ona Yahya, ona da Ubeyd b. Huneyn, ona da İbn Abbas şöyle rivayet etti: Ömer (kızı) Hafsa'nın yanına girip “Ey kızcağızım! Sakın güzel olduğu için Rasulullah'ın (sav) kendisini sevmesinden hoşlanan şu kadın -Aişe'yi kasdediyor- seni aldatmasın” dedi. (Ömer bu naklinin devamında şöyle dedi.) “Ben Hafsa'ya söylediklerimi Rasulullah'a (sav) anlattım, o da gülümsedi.”
Bize Abdulaziz b. Abdullah, ona Süleyman b. Bilal, ona Yahya, ona da Ubeyd b. Huneyn, İbn Abbas’ın şöyle anlattığını nakletti: Ömer b. Hattab’a bir ayet hakkında soru sormak üzere tam bir yıl bekledim. Heybetinden dolayı (sorumu bir türlü) soramıyordum. Nihayet hac yapmak üzere yola çıktı. Ben de onunla birlikte çıktım. (Haccımızı eda ettikten sonra) dönüş yolunda Ömer, yolun bir noktasında (Merru'z-Zahrân'da) tuvalet ihtiyacını gidermek için erâk ağaçlarına doğru saptı. Ben de onu bekledim. Nihayet ihtiyacını giderdi. Sonra beraberinde yürüdüm. (Bir fırsatını buldum.) Ona “Ey mü'minlerin emîri! Kadınlarından Nebi’ye (sav) karşı dayanışma içine giren o iki kadın kimdi?” dedim. Ömer “Hafsa ve Aişe” dedi. “Vallahi bir seneden beri bunu sana sormak istiyordum, fakat senden duyduğum heybetten dolayı soramıyordum” dedim. Ömer “Öyle yapma! Bende bir bilgi olduğunu zannettiğin bir şeyi hemen bana sor ki, bir bilgim varsa onu sana haber veririm” dedi. İbn Abbâs şöyle devam etti: Sonra Ömer şöyle dedi: “Vallahi biz cahiliye döneminde kadınları -Allah onlar için indirdiğini indirinceye ve haklarında verdiği payı verinceye kadar- adam yerine koymazdık. Ben, bir konuda kendi kendime düşünürken karım “Şöyle şöyle yapsan” demişti. Ben de ona 'O senin neyine gerek? Benim düşünmekte olduğum bir işe senin karışman da ne oluyor?' dedim. O da bana 'Hayret ederim sana, ey Hattâb oğlu! Sen sözüne karşılık verilmesini istemiyorsun. Halbuki senin kızın Rasulullah'a karşı çıkabiliyor, hatta bu yüzden Rasulullah o günü öfkeli geçiriyor' dedi. (Karısının bu sözünden sonra) Ömer kalkar, üst elbisesini giyer, (kızı) Hafsa'ya kadar gidip yanına girer ve ona şunları söyler: “Kızım! Sen Rasulullah'a (sav) karşılık veriyor, bütün gününü öfkeli geçirecek kadar söyleniyormuşsun!” Hafsa da “Vallahi biz hepimiz O'na karşılık veririz” der. Bunun üzerine ben (kızıma) “Bilirsin ki ben seni Allah'ın cezalandırmasından ve Rasulünün (sav) öfkesinden daima sakındırırım. Ey kızım! Sakın güzel olduğu için Rasulullah'ın (sav) kendisini sevmesinden hoşlanan bu kadının durumu -Aişe'yi kasdediyordu- seni aldatmasın!” dedim. Ömer şöyle devam etti: “Sonra çıktım, yakınım olduğu için Ümmü Seleme'nin yanına girdim ve onunla da konuştum. Ümmü Seleme de “Hayret ederim sana ey Hattâb oğlu! Her şeye burnunu soktun. Nihayet Rasulullah (sav) ile hanımları arasına da mı girmek istiyorsun?” dedi. İşte bu söz beni öyle bir frenledi ki içimde duyduğum öfkeyi kısmen yatıştırdı. Bunun üzerine onun yanından da çıktım (ve evime döndüm). Benim Ensar’dan bir arkadaşım vardı. Ben (Rasulullah'ın yanına) gitmediğim zaman o bana haber getirir, o gitmediği zaman da ben ona haber getirirdim. Bu esnada biz Gassân meliklerinden birisinden de endişe ediyorduk. Üzerimize yürüyeceği söyleniyordu ve yüreklerimiz ondan korku doluydu. Bir de baktım ki Ensar’lı arkadaşım kapıyı çalıyor 'Aç, aç' dedi. “Gassan’lı mı geldi?” dedim. O da “Hayır! Daha beteri olmuş! Rasulullah (sav) hanımlarından uzaklaşmış” dedi. (İçimden) “(Nihayet) Hafsa ile Aişe'nin burnu sürtüldü” dedim. Elbisemi aldım çıktım, ve oraya (Rasulullah'ın yanına) vardım. Bir de ne göreyim! Rasulullah (sav) birkaç basamakla çıkılır yüksekçe bir odada ve siyahî bir kölesi de ilk basamağın başında. Köleye “(Rasulullah’a) Söyle! Bu (gelen) Ömer b. Hattab’dır” dedim. Nihayet bana izin verdi. Ömer dedi ki: “Ben Rasulullah'a (sav) bu yaşadığım olayları aktardım. Ümmü Seleme'nin sözüne geldiğimde Rasulullah (sav) gülümsedi. O (Rasulullah) bir hasır üzerinde bulunuyordu. Bedeni ile hasır arasında hiçbir şey (giysi) yoktu. Başının altında içi lif dolu bir deri yastık vardı. Ayaklarının yanında karaz yığını (yani tabaklamada kullanılan Arab zamkı denilen ağaç yaprakları) ve baş ucunda da asılı bir post vardı. Rasulullah'ın (sav) böğründe hasırın izlerini gördüm de ağladım. Bana "Seni ağlatan nedir?" buyurdu. Ben de “Ey Allah’ın Rasulü! Kisrâ ve Kayser’in bulundukları durum belli. Sen ise Allah'ın Rasulüsün! (Şu haline bak!)” dedim. Rasulullah (sav) "Dünyanın onların, âhiretin bizim olmasına razı değil misin?" buyurdu.
Bize Yahya b. Bukeyr, ona Leys, ona Ukayl, o na İbn Şihâb,ona Abdurrahmân b. Abdullah b. Ka'b b. Mâlik şöyle demiştir: Babası Ka'b b. Mâlik gözlerini kaybettiğinde evlatlarından ona rehberlik eden Abdullah b. Ka'b b. Mâlik şöyle demiştir: Ka'b b. Mâlik'in iştirak etmediği gazve olan Tebûk kıssası hakkında şunları anlattığını duydum: Ka'b şöyle dedi: Ben Tebûk gazası dışında, Rasulullah'ın yaptığı gazvelerin hiçbirisinden geri kalmadım. Gerçi ben Bedir gazvesine de katılmamıştım, fakat Bedir gazvesine gitmeyip katılmayanlardan hiçbir kimse de azarlanmadı. Rasulullah Bedir seferine (cihâd maksadıyle değil, Şam'dan gelen) Kureyş kervanına ulaşmak için çıkmıştı. Nihayet Allah müslümânlarla düşmanlarını, önceden zaman tayin edilmediği halde, yolda karşılaştırdı. Ben, Akabe gecesi İslâm'a destek olmak için bey'at ettiğimiz zaman Rasûlullah'ın yanındaydım. Her ne kadar Bedir gazvesi insanlar arasında Akabe'den daha çok bilinse de; Ben Akabe'de hazır bulunmak yerine, Bedir'e katılmayı istemezdim. Tebük Gazvesi’ne Resûlullah (sav) ile birlikte gitmeyişim şöyle oldu: Ben katılmadığım bu gazve sırasında olduğu kadar hiçbir zaman kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deve benim için bir arada hiç olmamıştı. Bu gazve esnasında iki tane binek devesine sahip olmuştum. Resûlullah (sav) bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemez, bir başka yere gittiği sanılırdı. Fakat bu gazve çok sıcak bir zamanda idi. Uzun bir yol, çöl ve kalabalık bir düşmanla karşılaşılacağı için Resûlullah durumu açıkladı. Savaşa hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini söyledi. Resûlullah (sav) ile beraber sefere gidecek müslümanların sayısı çok fazlaydı. Adlarını bir deftere yazmak mümkün değildi. Savaşa gitmemek için gözden kaybolunduğu takdirde, hakkında bir âyet nâzil olmadıkça, işin gizli kalacağı zannedilebilirdi. Resûlullah (sav) bu gazveyi meyvaların olgunlaştığı, gölgelerin arandığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm. Resûlullah (sav) ile müslümanlar savaş hazırlığına başladılar. Ben de onlarla birlikte savaşa hazırlanmak için çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de “Canım, ne zaman olsa hazırlanırım” diyordum. Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Resûlullah (sav) ile birlikte müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben ise hâlâ hazırlanmamıştım. Yine sabah evden çıktım, hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Hep aynı şekilde davranıyordum. Mücâhidler hayli yol almışlardı. Yola çıkıp onlara yetişeyim dedim, keşke öyle yapsaymışım; bunu da başaramadım. Resûlullah (sav) savaşa gittikten sonra insanların arasına çıktığımda beni en çok üzen şey, savaşa gitmeyip geride kalanların ya münafık diye bilinenler veya âciz oldukları için savaşa katılamayan kimseler olmasıydı. Resûlullah (sav) Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış. Tebük’te ashâbın arasında otururken: “Kâ’b İbni Mâlik ne yaptı?” diye sormuş. Bunun üzerine Benî Selime’den bir adam: Yâ Resûlallah! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp gururlanması onu Medine’de alıkoydu, demiş. Bunun üzerine Muâz İbni Cebel ona: Ne fena konuştun! demiş. Sonra da Rasulullah'a (sav) dönerek, yâ Resûlallah! Biz onun hakkında hep iyi şeyler biliyoruz, demiş. Resûlullah (sav) hiçbir şey söylememiş. Resûlullah'ın (sav) Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü aldı. Söyleyeceğim yalanı düşünmeye başladım. Kendi kendime “Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulacağım?” dedim. Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerden akıl almaya başladım. Resûlullah'ın (sav) gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki batıl düşünceler dağılıp gitti. Onun elinden hiçbir şekilde kurtulamayacağımı anladım. Her şeyi dosdoğru söylemeye karar verdim. Rasulullah (sav) sabahleyin Medine’ye geldi. Seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye gelerek iki rekat namaz kılar, sonra halkın arasına gelip otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna geldiler; neden savaşa gidemediklerini yemin ederek anlatmaya başladılar. Bunlar seksenden fazla kimseydi. Rasulullah (sav) onların ileri sürdüğü mâzeretleri kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allah Teâlâ’dan bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı. Sonunda ben geldim. Selâm verdiğim zaman kızgın biçimde gülümsedi; sonra: “Gel!”, dedi. Ben de yürüyerek yanına geldim ve önüne oturdum. Bana: “Niçin savaşa katılmadın? Binek hayvanı satın almamış mıydın?” diye sordu. Ben de: Yâ Resûlallah! Allah’a yemin ederim ki, senden başka birinin yanında bulunsaydım, ileri süreceğim mâzeretlerle onun öfkesinden kurtulabilirdim. Çünkü insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat yine yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın Cenâb-ı Hak (işin doğrusunu sana bildirecek ve) bana kızmanı sağlayacak. Şayet doğrusunu söylersem, bana kızacaksın. Ama ben doğru söyleyerek Allah’dan af umuyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özürüm yoktu. Hiçbir zaman da gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım, dedim. Bunun üzerine Rasulullah (sav): “İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, senin hakkında Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle!” buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den bazıları yanıma takılarak: Vallahi senin daha önce bir suç işlediğini bilmiyoruz. Savaşa katılmayanların ileri sürdükleri gibi bir mâzeret söyleyemedin. Halbuki günahlarının bağışlanması için Rasulullah'ın (sav) istiğfâr etmesi yeterdi, dediler. Beni o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar Resûlullah’ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimin yalan olduğunu söylemeyi bile düşündüm. Sonra onlara: Bana verilen cezaya çarptırılan bir başka kimse var mı? diye sordum. Evet. Seninle beraber bu cezaya uğrayan iki kişi daha var, dediler. Onlar da senin gibi konuştular ve senin aldığın cevabı aldılar. O iki kişi kim? diye sordum. Biri Mürâre İbni Rebî` el-Amrî, diğeri de Hilâl İbni Ümeyye el-Vâkıfî diyerek, herbiri Bedir Gazvesi’ne katılmış olan iki mükemmel örnek şahsiyetin adını verdiler. Bunun üzerine ben geri dönme düşüncesinden vazgeçerek yoluma devam ettim. Rasulullah (sav) savaşa katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar veya bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Hatta bana göre yer yüzü bile değişti. Sanki burası benim memleketim değildi. Elli gün böyle geçti. İki arkadaşım boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerinde oturdular. Ben ise onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşılarda dolaşırdım. Fakat kimse benimle konuşmazdı. Namaz bittikten sonra Rasulullah (sav) yerinde otururken yanına gelir, kendisine selâm verirdim. Kendi kendime “Acaba selâmımı alırken dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı” diye sorardım. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar ve fark ettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza dalınca bana doğru döner, kendisine baktığım zaman da yüzünü çeviriverirdi. Müslümanların bana karşı olan sert tutumları uzun süre devam edince, amcamın oğlu ve en çok sevdiğim insan olan Ebû Katâde’nin bahçesine gidip duvardan içeri atladım ve selâm verdim. Vallâhi selâmımı almadı. Ona: Ebû Katâde! Allah adına and vererek soruyorum. Benim Allah’ı ve Resûlullah’ı ne kadar sevdiğimi biliyor musun? diye sordum. Hiç cevap vermedi. Ona and vererek bir daha sordum. Yine cevap vermedi. Bir daha yemin verince: Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönüp duvardan atladım. Bir gün Medine çarşısında dolaşıyordum. Medine’ye yiyecek satmak üzere gelen Şamlı bir çiftçi: Kâ’b İbni Mâlik’i bana kim gösterir? diye sordu. Halk da beni gösterdi. Adam yanıma gelerek Gassân Meliki’nden getirdiği bir mektup verdi. Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selâmdan sonra şöyle diyordu: Duyduğumuza göre arkadaşın seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşatmasın. Hemen yanımıza gel, sana izzet ve ikrâm edelim. Mektubu okuyunca, bu da bir başka belâ, dedim. Hemen onu ateşe atıp yaktım. Nihayet elli günden kırkı geçmiş, fakat vahiy gelmemişti. Bir gün Rasulullah'ın (sav) gönderdiği bir şahıs çıkageldi. Rasulullah (sav) sana eşinden ayrı oturmanı emrediyor, dedi. Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım? diye sordum. Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın, dedi. Hz. Peygamber diğer iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi. Bunun üzerine karıma: Allah Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailenin yanına git ve onların yanında kal, dedim. Hilâl İbni Ümeyye’nin karısı Rasulullah'a (sav) giderek: Yâ Resûlallah! Hilâl İbni Ümeyye çok yaşlı bir adamdır. Kendisine bakacak hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemde bir sakınca görür müsün? diye sormuş. Hz. Peygamber de: Hayır görmem. Ama katiyen sana yaklaşmasın, buyurmuş. Kadın da şöyle demiş: Vallahi onun kımıldayacak hâli yok. Allah’a yemin ederim ki, başına bu iş geleliberi durmadan ağlıyor. Yakınlarımdan biri bana: Rasulullah'tan (sav) eşinin sana hizmet etmesi için izin istesen olmaz mı! Baksana Hilâl İbni Ümeyye’ye bakması için karısına izin verdi, dedi. Ben de ona: Hayır, bu konuda Rasulullah'dan (sav) izin isteyemem. Üstelik ben genç bir adamım. İzin istesem bile Rasulullah'ın (sav) bana ne diyeceğini bilemem, dedim. Bu vaziyette on gün daha durdum. Bizimle konuşulması yasaklandığından bu yana tam elli gün geçmişti. Ellinci gecenin sabahında, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın (Kur’ân-ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere canım iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var gücüyle: “Kâ`b İbni Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma gününün geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım. Rasulullah (sav) sabah namazını kıldırınca, Allah Teâlâ’nın tövbelerimizi kabul ettiğini ilân etmiş. Bunun üzerine ahâlî bize müjde vermeye koşmuş. İki arkadaşıma da müjdeciler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. Eslem kabilesinden bir diğer müjdeci koşup Sel Dağı’na tırmanmış, onun sesi atlıdan önce bana ulaşmış. Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi de çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen giydim. Rasulullah'ı (sav) görmek üzere yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahâbîler tövbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve “Allah Teâlâ’nın seni bağışlaması kutlu olsun” diyorlardı. Nihayet Mescid’e girdim. Rasulullah (sav) ashâbın ortasında oturuyordu. Talha b. Ubeydullah hemen ayağa kalktı, koşarak yanıma geldi, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhâcirînden ondan başka kimse ayağa kalkmadı. Talha’nın bu davranışını hiç unutmam. Rasulullah'a (sav) selâm verdiğimde yüzü sevinçten parıldayarak: “Dünyaya geldiğinden beri yaşadığın bu en hayırlı gün kutlu olsun!” buyurdu. Ben de: Yâ Resûlallah! Tevbemin kabulü senin tarafından mıdır, yoksa Allah tarafından mı? diye sordum. “Benim tarafımdan değil, Yüce Allah tarafından”, buyurdu. Sevindiği zaman Rasulullah'ın (sav) mübarek yüzü parıldar, ay parçasına benzerdi. Biz de sevindiğini böyle anlardık. Resûl-i Ekrem’in önünde oturduğumda: Yâ Resûlallah! Tövbemin kabul edilmesine şükran olarak bütün malımı Allah ve Resûlullah uğrunda fakirlere dağıtmak istiyorum, dedim. Rasulullah (sav): “Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin için daha hayırlı olur” buyurdu. Ben de: Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyorum, dedikten sonra sözüme şöyle devam ettim. Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ beni doğru söylediğimden dolayı kurtardı. Tövbemin bir parçası olarak, artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim. Vallâhi bu sözü Rasulullah'a (sav) söylediğim günden beri doğru sözlü olmak konusunda Allah Teâlâ’nın hiç kimseye benden daha güzel nimet verdiğini (yalandan koruduğunu) bilmiyorum. Yemin ederim ki, Rasulullah'a (sav) o sözleri söylediğim günden bu yana bilerek hiç yalan söylemedim. Kalan ömrümde de Cenâb-ı Hakk’ın beni yalan söylemekten koruyacağını umarım. Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeleri indirdi: “Allah (savaşa gitmek istemeyenlere izin vermesi sebebiyle) Peygamberini bağışladığı gibi, bir kısmının kalbi kaymak üzere iken güçlük zamanında Peygamber’e uyan muhâcirlerle ensârın da tövbelerini kabul etti. Çünkü Allah onlara çok şefkatli, pek merhametlidir. “Hani şu tövbeleri (Allah’ın emri gelene kadar) geri bırakılan üç kişinin de tövbesini kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini iyice sıkıştırmıştı. Nihayet Allah’dan başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı. Eski hâllerine dönmeleri için Allah onların tövbelerini kabul etti. Çünkü Allah tövbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır. “Ey imân edenler! Allah’ın azâbından korkun ve doğrularla beraber olun” [Tevbe sûresi (9), 117-119]. Allah’a yemin ederim ki, beni İslâmiyet’le şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nimet, Rasulullah'ın (sav) huzurunda doğruyu söylemek ve yalan söyleyip de helâk olmamaktır. Çünkü Allah Teâlâ şu yalan söyleyenler hakkında vahiy gönderdiği zaman, hiç kimseye söylemediği ağır sözleri söyledi ve şöyle buyurdu: “O savaştan kaçanların yanına döndüğünüz zaman, kendilerini hesaba çekmiyesiniz diye Allah adına yemin ederler. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarına ceza olmak üzere varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden râzı olasınız diye size yemin de ederler. Siz onlardan râzı olsanız bile Allah fâsıklardan aslâ râzı olmaz” [Tevbe sûresi (9), 95-96]. Biz üç arkadaşın bağışlanması, Rasulullah'ın (sav) yeminlerini kabul edip kendilerinden bîat aldığı ve Cenâb-ı Hak’dan affedilmelerini dilediği kimselerin bağışlanmasından (elli gün) geri kalmıştı. Rasulullah (sav), hakkımızda Allah Teâlâ bir hüküm verene kadar bize yapacağı muameleyi tehir etmişti. Nihayet Allah Teâlâ -anlatıldığı üzere- hükmünü verdi. Allah Teâlâ’nın “tövbeleri geri kalan üç kişinin…” diye bahsettiği bu geri kalış, bizim savaştan geri kalmamız değildir; bu, Hz. Peygamber’e gelip yemin ederek mâzeretleri olduğunu söyleyenlerin özürlerini Peygamber aleyhisselâm’ın kabul etmesi, bize yapacağı muameleyi ise geriye bırakması olayıdır.
Bize Ebu Yeman, ona Şuayb, ona ez-Zühri, ona Urve b. Zübeyr, ona da Misver b. Mahreme, Amir b. Lüey oğullarının müttefiki ve Bedir savaşına katılan Amr b. Avf el-Ensarî’nin şöyle anlattığını nakletti: Rasulullah (sav) Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı (toplanan) cizye (mallarını) getirmek üzere Bahreyn’e göndermişti. Rasulullah (sav) (bundan önce) Bahreyn halkı ile barış andlaşması yapmış ve Alâ b. Hadramî’yi de başlarına yönetici tayin etmişti. Ebu Ubeyde (cizye) mallarını alıp Bahreyn'den (Medine'ye) geldi ve Ensâr da onun geldiğini işitti. Ensar, Nebi (sav) ile birlikte sabah namazına (katılmak için) geldi. Rasulullah (sav) onlara sabah namazını kıldırıp (namazdan) ayrılınca (hemen) karşına dikildiler. Rasulullah (sav) onları bu halde görünce gülümsedi ve "Zannediyorum, Ebu Ubeyde’nin Bayreyn’den bir şeyler getirdiğini duydunuz" dedi. Onlar da “Evet Ey Allah’ın Rasulü!” diye tasdik ettiler. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Öyle ise sevinin! Sizi sevindirecek olan şeyi de ümit edin! Allah’a yemin olsun ki, ben sizin adınıza fakirlikten endişe etmiyorum; ama dünya nimetlerinin sizden önceliklerin önüne serildiği gibi sizin önünüze de serilmesinden ve onların bu dünyalıklar için birbirleriyle yarışa giriştikleri gibi, sizin de yarışa girmenizden ve bu rekabetin onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum."
Bize Ali b. Abdullah, ona Süfyan, ona Amr, ona da Ebu Abbas eş-Şair el-A'mâ, Abdulah b. Ömer’in şöyle anlattığını rivayet etti: Rasulullah (sav) Taif şehrini muhasara edip de fetih müyesser olmadığı zaman ashâbına 'İnşallah yarın (Medine’ye) döneceğiz' dedi. Bu söz ashaba ağır geldi ve “Nasıl yani, Taif'i fethetmeden mi gideceğiz?” dediler. –Ravi Süfyan bir rivayette 'gideceğiz' yerine 'döneceğiz' kelimesini kullanmıştır-. Bunun üzerine Peygamber (sav) “Öyleyse yarın sabah harbe hazır olun!” buyurdu. Ertesi sabah savaş başladı, ancak (yine fetih müyesser olmadı) ve mücahitlerin birçoğu yaralandı. Bu gelişme üzerine Peygamber (sav) bir kere daha "İnşallah yarın döneceğiz" buyurdu. (Bu sefer) Peygamber’in (sav) kararı herkesin hoşuna gitti. Rasulullah (sav) onların (böyle hızlı fikir değiştirmelerine) güldü. Ravi Süfyan bir rivayette 'güldü' yerine 'gülümsedi' ifadesini kullanmıştır. Buharî’nin nakline göre (hocası) Humeydî şöyle demiştir: "Bize Süfyan bu hadisin hepsini an'anesiz (senedde an lafzını kullanmaksızın) rivayet etti."