Giriş

Bize Kuteybe b. Said, ona Leys, ona Yezid b. Ebu Habib, ona Ebu Hasan Mevla Ümmü Kays binti Mihsan, Ümmü Kays'ın (r.anha) şöyle dediğini nakletmiştir: Oğlum vefat etti. Ben de ölümüne çok üzüldüm, onu yıkayacak kişiye, 'oğlumu soğuk su ile yıkama, yoksa onu öldürürsün' dedim. Ukkaşe b. Mihsan da Rasulullah'a (s.a.v.) gidip, Ümmü Kays’ın (r.anha) bu söylediklerini anlattı. Rasulullah (s.a.v) tebessüm etti ve şöyle buyurdu:"Çok yaşasın, ne dedi (demek öyle dedi)?" (Peygamberimiz'in bu duası üzerine) Onun kadar yaşayan başka bir kadın bilmiyoruz.


    Öneri Formu
29226 N001883 Nesai, Cenâiz, 29

Bana Umeyye oğullarının azatlısı Ebu’t-Tahir Ahmed b. Amr b. Abdullah b. Amr b. Serh, ona İbn Vehb, ona Yunus, ona İbn Şihâb’ın şöyle dediğini rivayet etti: Sonra Rasulullah (sav) Bizanslıların ve Şam’da bulunan Arap Hristiyanlarının üzerine gitmek kastı ile Tebûk gazvesini yaptı. İbn Şihâb dedi ki: Abdurrahman b. Abdullah b. Ka‘b b. Mâlik’in rivayet ettiğine göre Abdullah b. Ka‘b, Ka‘b (b. Mâlik)’ın gözleri kör olduğu zaman oğulları arasından elinden tutup, onu yeden kişi olmuştu. (Abdullah b. Ka‘b) dedi ki: Ben, Ka‘b b. Mâlik’in Tebûk gazvesinde Rasulullah’dan (sav) geri kaldığı zaman hakkında başından geçenleri anlatırken şöyle dediğini dinledim: Ben Tebûk gazvesi dışında Rasulullah’ın (sav) yaptığı gazaların hiçbirisinden geri kalmadım. Ancak Bedir gazvesine de katılmamıştım. Allah Rasulü de o gazvede geri kalarak kendisiyle birlikte çıkmayan hiçbir kimseye sitem etmemişti. Çünkü Rasulullah (sav) da, Müslümanlar da Kureyşlilerin kervanını ele geçirmek istiyordu. Sonunda Allah onları ve düşmanları, önceden herhangi bir vakit ve yer üzerinde sözleşmeksizin bir araya getirmiş oldu. Bununla birlikte ben Rasulullah (sav) ile İslam üzere antlaşıp sözleştiğimiz Akabe gecesinde beraber bulunmuştum. Onun yerine Bedir’de hazır bulunmuş olmayı ise tercih etmem. Bedir, insanlar tarafından o geceye göre daha çok hatırlanıp bilinen bir hadise olsa dahi. Benim Rasulullah’dan (sav) Tebûk gazvesinde geri kaldığım zaman ile ilgili haberimin bir kısmı da şöyledir: O gazvede kendisinden geride kaldığım zaman kadar, asla güçlü ve bolluk içinde bulunmuş değildim. Vallahi, o gazveden önce, iki yük devesine birden sahip olmamıştım. Ama o gazvede iki bineğim olmuştu. Rasulullah (sav) aşırı sıcak bir zamanda bu gazaya çıktı, önünde uzun ve aşmaları gereken, su bulunmayan uçsuz bucaksız bir yol vardı. Çok sayıda düşmana karşı çıkacaktı. Bundan dolayı Müslümanlara gazveleri için gerektiği gibi hazırlansınlar diye (karşı karşıya) kalacakları durumlarını açık seçik bildirmişti. Bu sebeple kendilerine gaza etmek istediği, gidecekleri yönlerini haber vermişti. Rasulullah (sav) ile birlikte olan Müslümanların sayısı o kadar çoktu ki bir kitapta – bu sözleriyle divanı (askerlerin kayıtlı oldukları kütükleri) kast ediyor- onları bir arada toplamak mümkün değildi. Ka‘b (devamla) dedi ki: Gazaya katılmaması halinde -bu hususta aziz ve celil Allah’tan bir vahiy inmedikçe- bu durumunun Allah’ın Rasulüne gizli kalacağını sanmayan kişi de azdı. Rasulullah (sav) mahsullerin olgunlaştığı, gölgelerin pek hoş olduğu bir zamanda o gazaya çıktı, benim ise bunlara meylim çoktu. Rasulullah (sav) ve onunla birlikte müslümanlar hazırlandı. Onlarla birlikte hazırlanmak üzere sabah çıkıyordum. Fakat hiçbir şey yapamadan geri dönüyordum. Kendi kendime: “Ben istersem bunu yapabileceğim” diyordum. Bu şekilde durumum devam edip gitti. Sonunda insanlar işlerini sürdürdüler ve Rasulullah (sav), müslümanlarla birlikte sabah yola koyuldu. Ben ise hiçbir hazırlık yapamamıştım. Sonra ben de sabah çıktım fakat hiçbir şey yapmadan geri döndüm. Bu halim böylece sürüp gitti. Nihayet onlar hızlandılar, gaza yolunda ilerlemeye devam ettiler. Ben de bineğime binip onlara yetişmek istedim. Keşke yapmış olsaydım; ama benim için bunu yapmak mukadder olmadı. Rasulullah’ın (sav) çıkıp gitmesinden sonra insanlar arasına çıktığım zaman benim durumumda, ya nifak ile damgalanmış yahut da Allah’ın mazur görmüş olduğu zayıf kimselerden bir kişi dışında benim gibi (geri kalmış kimse) görmeyişim beni üzüyordu. Rasulullah (sav) Tebûk’e ulaşıncaya kadar beni anmadı. Gazaya çıkmışlar arasında Tebûk’te oturuyorken “Ka‘b b. Mâlik ne yaptı?” buyurdu. Selime oğullarından bir adam: Ey Allah’ın Rasulü, onu çizgili iki elbisesi ve elbisesinin iki yakasına bakması (kendini beğenmesi) alıkoydu, dedi. Ona Muaz b. Cebel: Ne kötü söyledin! Vallahi ey Allah’ın Rasulü, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmedik, dedi. Rasulullah (sav) sesini çıkarmadı. O bu halde iken, serapta yol alan, beyazlar giyinmiş bir adam gördü. Rasulullah (sav): “Ebu Hayseme olasın” buyurdu. Gerçekten de gelen Ensar’dan Ebu Hayseme idi. Münafıkların, kendisini ayıpladığı bir avuç hurma sadaka olarak veren kişi de oydu. Rasulullah’ın (sav) artık Tebûk’ten geri dönmek üzere yola koyulduğu haberi bana ulaşınca üzüntü ve kederim daha da arttı. Söyleyeceğim yalan ne olabilir? diye düşünmeye ve: Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulabilirim? demeye başladım. Bunun için ailemden görüş sahibi herkesin de yardımını almaya başladım. Bana: Artık Rasulullah (sav) geldi denilince, batıl üzerimden ayrılıp gitti ve böylelikle, herhangi bir şey (bir yalan) ile ondan kurtulamayacağımı anladığım için ona doğru söylemeye karar verdim. Sabah olunca Rasulullah (sav) gelmiş oldu, O, bir seferden geldi mi ilk olarak mescide gider, mescitte iki rekât namaz kılar, sonra insanlar ile (görüşmek için) otururdu. O bunu yapınca, (gazveden) geri kalanlar onun yanına geldi, ona mazeretlerini söylemeye ve yeminler etmeye başladılar. Bunlar seksen küsür adam idiler. Rasulullah (sav) açığa vurdukları şekliyle hallerini kabul etti, onlarla beyatleşti (sözlerini aldı), onlar için mağfiret diledi, içlerini (kalplerini de) Allah’a havale etti. Nihayet ben de (huzuruna) geldim, selam verdim, öfkeli bir kimsenin gülümseyişi ile gülümsedikten sonra: “Gel” buyurdu. Ben de yanına yürüyerek gittim, önünde oturdum, bana: “Senden ne haber? Sen bineğini satın almamış mıydın? dedi. Ben de dedim ki: 'Ey Allah’ın Rasulü, Allah’a yemin ederim ki, eğer dünya ehlinden senden başka birisinin yanında oturmuş olsaydım, söyleyeceğim bir mazeret ile onun gazabından kendimi kurtarabilirdim, bana bir tartışma gücü verilmiş bulunuyor çünkü. Fakat Allah’a yemin ederim ki, bugün, ben sana benden razı olmanı sağlayacak yalan bir söz söyleyecek olursam, aradan fazla zaman geçmeden Allah senin bana öfkelenmeni sağlayacaktır ve eğer sana bana karşı olumsuz duygular besleyeceğin doğru bir söz söylersem, gerçekten bundan dolayı Allah’ın güzel akıbetini (işimi hayırla sonuçlandırmasını) umarım. Allah’a yemin olsun ki, hiçbir mazeretim yoktu ve senden geri kaldığım zaman kadar, hiçbir vakit güçlü, bolluk ve rahat içinde de olmamıştım'. Rasulullah (sav): “İşte bu doğru söyledi. Allah senin hakkında hüküm verinceye kadar kalk (git)” buyurdu. Ben de kalktım, Selime oğullarından bir takım kimseler derhal ayaklanarak benim arkamdan geldiler. Bana: Vallahi, biz senin bundan önce herhangi bir günah işlediğini bilmiyoruz, peki, geri kalan diğer kimselerin ileri sürdükleri mazeretler gibi Rasulullah’a (sav) mazeret belirtmekten (nasıl oldu da) âciz kaldın? dediler. Vallahi, üzerime o kadar ısrarla geldiler ki, sonunda Rasulullah’ın (sav) huzuruna dönüp kendimi yalanlamak istedim, sonra o arkadaşlarıma: Benimle birlikte böyle bir durumla kimse karşılaştı mı, dedim. Onlar: Evet, seninle birlikte iki kişi daha karşılaştı. Onlar da senin söylediklerinin aynısını söylediler, kendilerine sana söylenenlerin benzeri sözler söylendi, dediler. Ben: Bu ikisi kimdir? dedim. Arkadaşlarım: Murâre b. Rabia el-Âmirî ve Hilâl b. Umeyye el-Vâkifî dediler. Bana Bedir’e katılmış, bu hususta bana uyulacak örnek olabilecek salih iki adamın ismini vermiş oldular. Bana bu ikisinin adını söyledikleri zaman ben de kararımı devam ettirdim. Rasulullah (sav) bizlerle, yani kendisinden geri kalanlar arasından bu üç kişi ile konuşmayı yasakladı. Bunun üzerine insanlar bizden uzak durdular, bize karşı tutumları değişti. Öyle ki içimde, dünya benim için tanınmaz oldu, artık yeryüzü bildiğim yer değildi. Bu vaziyette eli gün kaldık. Diğer iki arkadaşım öylece kala kaldı, evlerinde oturup ağlamaya koyuldular. Ben ise onların en gençleri, en güçlüleri idim. Bundan dolayı dışarı çıkar, cemaatle namaz kılar, pazarlarda dolaşırdım ama benimle kimse konuşmuyordu. Namazdan sonra meclisinde oturmakta iken Rasulullah’ın yanına gider, ona selam verir, sonra da kendi kendime acaba selamımı almak için dudaklarını kıpırdattı mı, kıpırdatmadı mı derdim. Daha sonra ona yakın bir yerde namaza durur, gizlice ona bakardım. (Ona) bakmayı bitirip, kendimi namazıma verince, bana bakar, ben ona doğru yönelecek olursam yüzünü benden başka tarafa çevirirdi. Müslümanların benden bu uzaklaşmaları artık bana pek uzun gelmeye başlayınca çıkıp gittim ve sonunda amcam oğlu ve en sevdiğim insan olan Ebu Katâde’nin bahçe duvarına tırmandım. Ona selam verdim, vallahi selamımı almadı. Ona: Ey Ebu Katâde, Allah adına sana and veriyorum, benim Allah’ı ve Rasulünü sevdiğimi biliyor musun? dedim. Ebu Katâde sustu, tekrar ona and verdim, yine sustu, bir daha ona and verdim, bu sefer: Allah ve Rasulü en iyi bilir, dedi. Gözlerime yaş doldu, arkamı dönüp gittim, yine bahçe duvarını tırmandım. Medine pazarında dolaştığım bir sırada Medine’ye satmak üzere buğday getirmiş Şam ahalisi Nabatîlerinden Nabatî birisi: Bana Ka‘b b. Malik’i kim gösterebilir, diyordu. İnsanlar beni işaret etmeye başladılar. Nihayet o kişi yanıma geldi, bana Gassan hükümdarından bir mektup uzattı. Ben yazabilen birisi idim, hemen onu okudum, o mektupta şunların yazdığını gördüm: Senin o arkadaşının seni terk ettiği haberi bize ulaşmış bulunuyor. Hâlbuki Allah seni değeri bilinmeyecek ve sahipsiz kalacağın bir yerde bırakmamıştır. Sen bizim yanımıza gel, biz seni gereği gibi görüp gözetiriz. Ben bu yazılanları okuyunca: İşte bu da belanın (imtihanımın) bir parçasıdır dedim, derhal o mektubu alıp tandıra doğru gittim ve onu tandırda yaktım. Elli günün kırk günü geçtiği halde hakkımızda vahiy de gecikip gelmemişti. Bir baktım ki Rasulullah’ın (sav) elçisi yanıma geldi ve: Rasulullah (sav) sana hanımından uzak durmanı emrediyor, dedi. Ben: Onu boşayacak mıyım yoksa ne yapacağım? dedim. O: Hayır ondan uzak dur, ona yaklaşma, dedi. Diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Ben eşime: Ailenin yanına git, Allah bu husus hakkında hüküm verinceye kadar yanlarında kal, dedim. Hilal b. Umeyye’nin hanımı Rasulullah’ın (sav) yanına geldi ve ona: Ey Allah’ın Rasulü, Hilal b. Umeyye oldukça yaşlı birisidir, kendi kendine bakamaz, ona hizmet edecek birisi de yoktur, benim ona hizmet edişimden rahatsız olur musun? dedi. Allah Rasulü: “Hayır ama sakın sana yaklaşmasın” buyurdu. Hanımı: Vallahi, onda hiçbir şey yapabilecek bir hareket dahi yok, vallahi onun başına gelen o hal geldiğinden bugüne kadar ağlayıp durmaktadır. Ailemden birisi bana: Eşin hakkında sen de Rasulullah’tan (sav) izin istesen, çünkü o Hilal b. Umeyye’nin hanımına, eşine hizmet etmesi için izin verdi, dediler. Ben: Hayır bu hususta Rasulullah’tan (sav) izin istemeyeceğim, hem ben bu hususta kendisinden izin isteyecek olursam, genç bir adam olduğum halde bana ne söyleyeceğini nerden bileceğim, dedim. Bu halde on gün daha kaldım, böylelikle bizimle konuşmamızın yasaklanmasının üzerinden tam elli gün geçmiş oldu. Sonra ellinci günün sabahında sabah namazını hanelerimizden birisinin damında kıldım. Ben, aziz ve celil Allah’ın hakkımızda söz ettiği şekilde, ruhum sıkılmış, yeryüzü de bütün genişliğiyle bana dar gelmiş halde oturmakta iken Sel’ tepesine çıkmış, yüksek sesle bağıran birisinin avazının çıkabildiği kadar: “Ey Ka‘b b. Mâlik, müjde sana!” dediğini işittim. Derhal secdeye kapandım ve artık kurtuluşun geldiğini anladım. Rasulullah (sav) insanlara sabah namazını kıldırdıktan sonra Allah’ın tevbemizi kabul etmiş olduğunu bildirmişti. Bunun üzerine insanlar bize müjde vermek için çıktılar. Diğer iki arkadaşıma doğru müjdeciler gitti, bir adam da bir ata binmek üzere koştu, Eslemlilerden birisi de bana doğru koşarak tepeye çıktı. Böylelikle ses attan daha hızlı gelmişti. Bana müjde vermek maksadıyla sesini duyduğum kişi yanıma gelince, altlı üstlü elbiselerimi çıkartıp, o müjdesine karşılık olmak üzere onları giysin diye ona verdim. Vallahi, o gün başka elbisem yoktu. Başkasından ödünç iki elbise aldım, onları giyerek Rasulullah’ın (sav) yanına doğru gitmek üzere yola koyuldum. İnsanlar büyük kalabalıklar halinde beni karşılıyor, tevbemin kabulü ile beni kutluyor ve: Allah’ın tevbeni kabul edişinden dolayı seni tebrik ederiz, diyorlardı. Sonunda mescide girdim, Rasulullah’ın (sav) mescitte etrafında da müslümanlar olduğu halde oturmakta olduğunu gördüm. Talha b. Ubeydullah derhal kalkıp bana doğru koşarak geldi, benimle tokalaştı ve beni tebrik etti. Vallahi, muhacirlerden ondan başka kimse kalkmamıştı. Hadisin ravisi olan Ka‘b’ın oğlu dedi ki: Bu sebeple Ka‘b, Talha’nın bu davranışını unutmuyordu. Ka‘b (devamla) dedi ki: Ben Rasulullah’a (sav) selam verince sevinçten yüzü parıl parıl parladığı halde: “Annenin seni doğurduğundan beri geçen bütün günlerinin en hayırlı günü ile seni müjdeliyorum” buyurdu. Ben: Ey Allah’ın Rasulü, bu (tevbemin) kabulü senin tarafından mı yoksa Allah tarafından mı dedim. O: “Hayır, Allah tarafından” buyurdu. Rasulullah (sav) bir işe sevindi mi yüzü bir ay parçası gibi nurlanırdı. Bizler bunu çok iyi biliyorduk. Onun önünde oturdum ve: Ey Allah’ın Rasulü, malımı elimden çıkarıp Allah’a ve Rasulü’ne sadaka vermek benim tevbemin bir parçasıdır, dedim. Rasulullah (sav) da: “Malının bir kısmını elinde tut, o senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Ben: O halde ben Hayber’deki payımı alıkoyayım, dedim. Ayrıca şunları söyledim: Ey Allah’ın Rasulü, şüphesiz Allah beni ancak doğru söylemekle kurtardı. Tevbemin bir parçası olmak üzere de hayatta kaldığım sürece doğrudan başka bir şey konuşmayacağım, dedim. Vallahi, bunu Rasulullah’a (sav) söylediğim günden şu günüme kadar doğru sözlülük hususunda Allah'ın müslümanlardan herhangi bir kimseye, bu hususta bana nasip ettiği nimetten daha güzelini nasip ettiğini bilmiyorum. Vallahi, o sözlerimi Rasulullah’a (sav) söylediğim günden itibaren şu günüme kadar kasten bir tek yalancık dahi söylemedim. Ömrümün geri kalan kısmında da Allah’ın beni koruyacağını ümit ederim. Ka‘b (devamla) dedi ki: Aziz ve celil Allah da: “And olsun ki Allah, Rasulü’nü de içlerinden bir grubun gönülleri, az kalsın eğrilmek üzere iken, dar zamanda ona uyan muhacirlerle Ensar’ı da tevbeye muvaffak etti. Sonra onların bu tövbelerini de kabul buyurdu. Çünkü O, onları çok esirgeyendir, çok bağışlayandır. Geri bırakılan üç kişinin de (tevbesini kabul buyurdu.) Öyle ki yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. Kendi vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmıştı” (Tevbe, 117-118) buyruklarını “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun” (Tevbe, 9/119) buyruğuna kadar indirdi. Ka‘b dedi ki: Vallahi, Allah bana İslam hidayetini verdikten sonra kendi kanaatime göre Rasulullah’a (sav) doğruyu söylemekten daha büyük bir nimet lütfetmiş değildir. Çünkü böyle yapmayıp, ona yalan söylemiş olsaydım, yalan söyleyen diğerlerinin helâk olduğu gibi ben de helâk olacaktım. Çünkü vahiy nazil olunca Allah, o yalan söyleyen kimselere, başka kimselere söylediklerinin en ağır sözleriyle hitap etti. Yüce Allah: “Yanlarına döndüğünüzde, onlardan (azarlamayıp) vazgeçmeniz için, önünüzde Allah’a yemin edeceklerdir. O halde siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir. Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler, siz onlardan hoşnut olsanız da şüphesiz Allah, o fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz” (Tevbe, 95-96) buyurmaktadır. Ka‘b dedi ki: Bizler yani bu üç kişi, Rasulullah’ın (sav) kendisine yemin edip onlarla bey’atleşip, onlara mağfiret dilediği o kimselerin durumundan sonra durumları ele alınan üç kişi olarak geri bırakılmış ve Rasulullah (sav) bizim işimizi bu hususta Allah hükmünü verinceye kadar geciktirmiş, ertelemiş idi. Bundan dolayı aziz ve celil Allah: “Geri bırakılan üç kişinin de (tövbesini kabul buyurdu)” (Tevbe, 9/118) buyurdu. Yoksa yüce Allah’ın bizi sonraya bırakılanlardan olduğumuzu söz konusu etmesi gazadan geri kalışımız değildir. Bununla O’nun bizleri sonraya bırakıp, işimizi Rasulullah’a (sav) yemin edip, ona mazeret beyan etmeleri üzerine mazeretlerini kabul ettiği kişilerden sonraya geciktirmesi ve bırakmasını kast etmiştir.


    Öneri Formu
13363 M007016 Müslim, Tevbe, 53

Bu hadisi bana Muhammed b. Râfi’, ona Huceyn b. el-Müsennâ, ona el-Leys, ona Akil, ona İbn Şihab, Yunus’un ez-Zührî’den naklederken zikrettiği aynı senetle ve benzeri bir metinle rivayet etmiştir: [Sonra Rasulullah (sav) Bizanslıların ve Şam’da bulunan Arap Hristiyanlarının üzerine gitmek kastı ile Tebûk gazvesini yaptı. İbn Şihâb dedi ki: Abdurrahman b. Abdullah b. Ka‘b b. Mâlik’in rivayet ettiğine göre Abdullah b. Ka‘b, Ka‘b (b. Mâlik)’ın gözleri kör olduğu zaman oğulları arasından elinden tutup, onu yeden kişi olmuştu. (Abdullah b. Ka‘b) dedi ki: Ben, Ka‘b b. Mâlik’in Tebûk gazvesinde Rasulullah’dan (sav) geri kaldığı zaman hakkında başından geçenleri anlatırken şöyle dediğini dinledim: - Ben Tebûk gazvesi dışında Rasulullah’ın (sav) yaptığı gazaların hiçbirisinden geri kalmadım. Ancak Bedir gazvesine de katılmamıştım. Allah Rasulü de o gazvede geri kalarak kendisiyle birlikte çıkmayan hiçbir kimseye sitem etmemişti. Çünkü Rasulullah (sav) da, Müslümanlar da Kureyşlilerin kervanını ele geçirmek istiyordu. Sonunda Allah onları ve düşmanları, önceden herhangi bir vakit ve yer üzerinde sözleşmeksizin bir araya getirmiş oldu. Bununla birlikte ben Rasulullah (sav) ile birlikte İslam üzere antlaşıp sözleştiğimiz zaman Akabe gecesinde beraber bulunmuştum. Onun yerine Bedir’de hazır bulunmuş olmayı ise tercih etmem. Bedir, insanlar tarafından o geceye göre daha çok hatırlanıp bilinen bir hadise olsa dahi. Benim Rasulullah’dan (sav) Tebûk gazvesinde geri kaldığım zaman ile ilgili haberimin bir kısmı da şöyledir: O gazvede kendisinden geride kaldığım zaman kadar, asla güçlü ve bolluk içinde bulunmuş değildim. Vallahi, o gazveden önce, iki yük devesine birden sahip olmamıştım. Ama o gazvede iki bineğim olmuştu. Rasulullah (sav) oldukça aşırı sıcak bir zamanda bu gazaya çıktı, önünde uzun ve aşmaları gereken, su bulunmayan uçsuz bucaksız bir yol vardı. Çok sayıda düşmana karşı çıkacaktı. Bundan dolayı Müslümanlara gazveleri için gerektiği gibi hazırlansınlar diye (karşı karşıya) kalacakları durumlarını açık seçik göstermişti. Bu sebeple kendilerine gaza etmek istediği, gidecekleri yönlerini haber vermişti. Müslümanlar ise Rasulullah (sav) ile birlikte pek çoktu. Hafız birisinin, kitabı – bu sözleriyle divanı (askerleri kayıtlı oldukları kütükleri) kast ediyor- onları bir arada toplayabilmiş değildi. Ka‘b (devamla) dedi ki: Gazaya katılmaması halinde -bu hususta aziz ve celil Allah’tan bir vahiy inmedikçe- bu durumunun Allah’ın Rasulüne gizli kalacağını sanmayan kişi de azdı. Rasulullah (sav) mahsullerin olgunlaştığı, gölgelerin pek hoş olduğu bir zamanda o gazaya çıktı, benim ise bunlara meylim çoktu. Rasulullah (sav) ve onunla birlikte müslümanlar hazırlandı. Onlarla birlikte hazırlanmak üzere sabah çıkıyordum. Fakat hiçbir şey yapamadan geri dönüyordum. Kendi kendime: “Ben istersem bunu yapabileceğim” diyordum. Bu şekilde durumum devam edip gitti. Sonunda insanlar işlerini sürdürdüler ve Rasulullah (sav), müslümanlar da onunla birlikte oldukları halde sabah yola koyuldular. Ben ise hiçbir hazırlık yapamamıştım. Sonra ben de sabah çıktım fakat hiçbir şey yapmadan geri döndüm. Bu halim böylece sürüp gitti. Nihayet onlar hızlandılar, gaza yolunda ilerlemeye devam ettiler. Ben de bineğime binip onlara yetişmek istedim. Keşke yapmış olsaydım; ama benim için bunu yapmak mukadder olmadı. Rasulullah’ın (sav) çıkıp gitmesinden sonra insanlar arasına çıktığım zaman benim durumumda, ya nifak ile damgalanmış yahut da Allah’ın mazur görmüş olduğu zayıf kimselerden bir kişi dışında benim gibi (geri kalmış kimse) görmeyişim beni üzüyordu. Rasulullah (sav) Tebûk’e ulaşıncaya kadar beni anmadı. Gazaya çıkmışlar arasında Tebûk’te oturuyorken “Ka‘b b. Mâlik ne yaptı?” buyurdu. Selime oğullarından bir adam: Ey Allah’ın Rasulü, onu çizgili iki elbisesi ve elbisesinin yakalarına bakması alıkoydu, dedi. Ona Muaz b. Cebel: Ne kötü söyledin! Vallahi ey Allah’ın Rasulü, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmedik, dedi. Rasulullah (sav) sesini çıkarmadı. O bu halde iken, serapta yol alan, beyazlar giyinmiş bir adam gördü. Rasulullah (sav): “Ebu Hayseme olasın” buyurdu. Gerçekten de gelen Ensar’dan Ebu Hayseme idi. Münafıkların, kendisini ayıpladığı bir avuç hurma tasadduk eden kişi de oydu. Ka‘b b. Mâlik dedi ki: Rasulullah’ın (sav) artık Tebûk’ten geri dönmek üzere yola koyulduğu haberi bana ulaşınca üzüntü ve kederim daha da arttı. Söyleyeceğim yalan ne olabilir? diye düşünmeye ve: Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulabilirim? demeye başladım. Bunun için ailemden görüş sahibi herkesin de yardımını almaya başladım. Bana: Artık Rasulullah (sav) geldi denilince, batıl üzerimden ayrılıp gitti ve böylelikle, hiçbir zaman herhangi bir şey (bir yalan) ile ondan kurtulamayacağımı anladığım için ona doğru söylemeye karar verdim. Sabah olunca Rasulullah (sav) gelmiş oldu, O, bir seferden geldi mi ilk olarak mescide gider, mescitte iki rekât namaz kılar, sonra insanlar ile (görüşmek için) otururdu. O bunu yapınca, geri kalanlar onun yanına geldi, ona mazErettlerini söylemeye ve ona yeminler etmeye başladılar. Bunlar seksen küsür adam idiler. Rasulullah (sav) onları açığa vurdukları şekliyle hallerini kabul etti, onlarla beyatleşti, onlar için mağfiret diledi, içlerini (kalplerini de) Allah’a havale etti. Nihayet ben de (huzuruna) geldim, selam verdim, öfkeli bir kimsenin gülümseyişi ile gülümsedikten sonra: “Gel” buyurdu. Ben de yanına yürüyerek gittim, önünde oturdum, bana: “Senden ne haber? Sen bineğini satın almamış mıydın? dedi. (Ka‘b devamla) dedi ki: Ey Allah’ın Rasulü, Allah’a yemin ederim ki, eğer dünya ehlinden senden başka birisinin yanında oturmuş olsaydım, söyleyeceğim bir mazErett ile onun gazabından kendimi kurtarabilirdim, bana bir tartışma gücü verilmiş bulunuyor çünkü. Fakat Allah’a yemin ederim ki, bugün, ben sana benden razı olmanı sağlayacak yalan bir söz söyleyecek olursam, aradan fazla zaman geçmeden Allah senin bana öfkelenmeni sağlayacaktır ve eğer sana bana karşı olumsuz duygular besleyeceğin doğru bir söz söylersem, gerçekten bundan dolayı Allah’ın güzel akıbetini umarım. Allah’a yemin olsun ki, hiçbir mazErettim yoktu ve senden geri kaldığım zaman kadar, hiçbir vakit güçlü, bolluk ve rahat içinde de olmamıştım, dedim. Rasulullah (sav): “İşte bu doğru söyledi. Allah senin hakkında hüküm verinceye kadar kalk (git)” buyurdu. Ben de kalktım, Selime oğullarından bir takım kimseler derhal ayaklanarak benim arkamdan geldiler. Bana: Vallahi, biz senin bundan önce herhangi bir günah işlediğini bilmiyoruz, peki, geri kalan diğer kimselerin ileri sürdükleri mazErettler gibi Rasulullah’a (sav) mazErett belirtmekten (nasıl oldu da) âciz kaldın? dediler. (Ka‘b devamla) dedi ki: Vallahi, üzerime o kadar ısrarla geldiler ki, sonunda Rasulullah’ın (sav) huzuruna dönüp kendimi yalanlamak istedim, sonra o arkadaşlarıma: Benimle birlikte böyle bir durumla kimse karşılaştı mı, dedim. Onlar: Evet, seninle birlikte iki kişi daha karşılaştı. Onlar da senin söylediklerinin aynısını söylediler, kendilerine sana söylenenlerin benzeri sözler söylendi, dediler. Ben: Bu ikisi kimdir? dedim. Arkadaşlarım: Murâre b. Rabia el-Âmirî ve Hilâl b. Umeyye el-Vâkifî dediler. (Ka‘b devamla) dedi ki: Bana Bedir’e katılmış, bu hususta bana uyulacak örnek olabilecek salih iki adamın ismini vermiş oldular. Bana bu ikisinin adını söyledikleri zaman ben de kararımı devam ettirdim. (Ka‘b devamla) dedi ki: Rasulullah (sav) bizlerle, yani kendisinden geri kalanlar arasından bu üç kişi ile konuşmayı yasakladı. Bunun üzerine insanlar bizden uzak durdular, bize karşı tutumları değişti. Öyle ki içimde, dünya benim için tanınmaz oldu, artık yeryüzü bildiğim yer değildi. Bu vaziyette eli gün kaldık. Diğer iki arkadaşım öylece kala kaldı, evlerinde oturup ağlamaya koyuldular. Ben ise onların en gençleri, en güçlüleri idim. Bundan dolayı dışarı çıkar, cemaatle namaz kılar, pazarlarda dolaşırdım ama benimle kimse konuşmuyordu. Namazdan sonra meclisinde oturmakta iken Rasulullah’ın yanına gider, ona selam verir, sonra da kendi kendime acaba selamımı almak için dudaklarını kıpırdattı mı, kıpırdatmadı mı derdim. Daha sonra ona yakın bir yerde namaza durur, gizlice ona bakardım. (Ona) bakmayı bitirip, kendimi namazıma verince, bana bakar, ben ona doğru yönelecek olursam yüzünü benden başka tarafa çevirirdi. Müslümanların benden bu uzaklaşışları artık bana pek uzun gelmeye başlayınca çıkıp gittim ve sonunda amcam oğlu ve en sevdiğim insan olan Ebu Katâde’nin bahçe duvarına tırmandım. Ona selam verdim, vallahi selamımı almadı. Ona: Ey Ebu Katâde, Allah adına sana and veriyorum, benim Allah’ı ve Rasulünü sevdiğimi biliyor musun? dedim. Ebu Katâde sustu, tekrar ona and verdim, yine sustu, bir daha ona and verdim, bu sefer: Allah ve Rasulü en iyi bilir, dedi. Gözlerime yaş doldu, arkamı dönüp gittim, yine bahçe duvarını tırmandım. Medine pazarında dolaştığım bir sırada Medine’ye satmak üzere buğday getirmiş Şam ahalisi Nabatîlerinden Nabatî birisi: Bana Ka‘b b. Malik’i kim gösterebilir, diyordu. İnsanlar beni işaret etmeye başladılar. Nihayet o kişi yanıma geldi, bana Gassan hükümdarından bir mektup uzattı. Ben yazabilen birisi idim, hemen onu okudum, o mektupta şunların yazdığını gördüm: İmdi, senin o arkadaşının seni terk ettiği haberi bize ulaşmış bulunuyor. Hâlbuki Allah seni değeri bilinmeyecek ve sahipsiz kalacağın bir yerde bırakmamıştır. Sen bizim yanımıza gel, biz seni gereği gibi görüp gözetiriz. (Ka‘b devamla) dedi ki: Ben bu yazılanları okuyunca: İşte bu da belanın (imtihanımın) bir parçasıdır dedim, derhal o mektubu alıp tandıra doğru gittim ve onu tandırda yaktım. Elli günün kırk günü geçtiği halde hakkımızda vahiy de gecikip gelmemişti. Bir baktım ki Rasulullah’ın (sav) elçisi yanıma geldi ve: Rasulullah (sav) sana hanımından uzak durmanı emrediyor, dedi. Ben: Onu boşayacak mıyım yoksa ne yapacağım? dedim. O: Hayır ondan uzak dur, ona yaklaşma, dedi. (Ka‘b devamla) dedi ki: Diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Ben eşime: Ailenin yanına git, Allah bu husus hakkında hüküm verinceye kadar yanlarında kal, dedim. (Ka‘b) dedi ki: Hilal b. Umeyye’nin hanımı Rasulullah’ın (sav) yanına geldi ve ona: Ey Allah’ın Rasulü, Hilal b. Umeyye oldukça yaşlı birisidir, kendi başına kaybolmaya mahkûmdur, ona hizmet edecek birisi de yoktur, benim ona hizmet edişimden sen rahatsız olur musun? dedi. Allah Rasulü: “Hayır ama sakın sana yaklaşmasın” buyurdu. Hanımı: Vallahi, onda hiçbir şey yapabilecek bir hareket dahi yok, vallahi onun başına gelen o hal geldiğinden bugüne kadar ağlayıp durmaktadır. (Ka‘b) dedi ki: Ailemden birisi bana: Eşin hakkında sen de Rasulullah’tan (sav) izin istesen, çünkü o Hilal b. Umeyye’nin hanımına, eşine hizmet etmesi için izin verdi, dediler. Ben: Hayır bu hususta Rasulullah’tan (sav) izin istemeyeceğim, hem ben bu hususta kendisinden izin isteyecek olursam, genç bir adam olduğum halde bana ne söyleyeceğini nerden bileceğim, dedim. Bu halde on gün daha kaldım, böylelikle bizimle konuşmamızın yasaklanmasının üzerinden tam elli gün geçmiş oldu. (Ka‘b devamla) dedi ki: Sonra ellinci günün sabahında sabah namazını hanelerimizden birisinin damında kıldım. Ben, aziz ve celil Allah’ın hakkımızda söz ettiği şekilde, nefsim de bana dar gelmiş, yeryüzü de bütün genişliğiyle bana dar gelmiş halde oturmakta iken Sel’ tepesine çıkmış, yüksek sesle bağıran birisinin avazının çıkabildiği kadar: “Ey Ka‘b b. Mâlik, müjde sana!” dediğini işittim. Derhal secdeye kapandım ve artık kurtuluşun geldiğini anladım. Rasulullah (sav) insanlara sabah namazını kıldırdıktan sonra Allah’ın tevbemizi kabul etmiş olduğunu bildirmişti. Bunun üzerine insanlar bize müjde vermek için çıktılar. Diğer iki arkadaşıma doğru müjdeciler gitti, bir adam da bir ata binmek üzere koştu, Eslemlilerden birisi de bana doğru koşarak tepeye çıktı. Böylelikle ses attan daha hızlı gelmişti. Bana müjde vermek maksadıyla sesini duyduğum kişi yanıma gelince, altlı üstlü elbiselerimi çıkartıp, o müjdesine karşılık olmak üzere onları giysin diye ona verdim. Vallahi, o gün başka elbisem yoktu. Başkasından ödünç iki elbise aldım, onları giyerek Rasulullah’ın (sav) yanına doğru gitmek üzere yola koyuldum. İnsanlar büyük kalabalıklar halinde beni karşılıyor, tevbemin kabulü ile beni kutluyor ve: Allah’ın tevbeni kabul edişinden dolayı seni tebrik ederiz, diyorlardı. Sonunda mescide girdim, Rasulullah’ın (sav) mescitte etrafında da müslümanlar olduğu halde oturmakta olduğunu gördüm. Talha b. Ubeyydullah derhal kalkıp bana doğru koşarak geldi, benimle tokalaştı ve beni tebrik etti. Vallahi, muhacirlerden ondan başka kimse kalkmamıştı. Hadisin ravisi olan Ka‘b’ın oğlu dedi ki: Bu sebeple Ka‘b, Talha’nın bu davranışını unutmuyordu. Ka‘b (devamla) dedi ki: Ben Rasulullah’a (sav) selam verince sevinçten yüzü parıl parıl parladığı halde: “Annenin seni doğurduğundan beri geçen bütün günlerinin en hayırlı günü ile seni müjdeliyorum” buyurdu. Ben: Ey Allah’ın Rasulü, bu (tevbemin) kabulü senin tarafından mı yoksa Allah tarafından mı dedim. O: “Hayır, Allah tarafından” buyurdu. Rasulullah (sav) bir işe sevindi mi yüzü bir ay parçası gibi nurlanırdı. Bizler bunu çok iyi biliyorduk. Onun önünde oturdum ve: Ey Allah’ın Rasulü, malımı elimden çıkarıp Allah’a ve Rasulü’ne sadaka vermek benim tevbemin bir parçasıdır, dedim. Rasulullah (sav) da: “Malının bir kısmını elinde tut, o senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Ben: O halde ben Hayber’deki payımı alıkoyayım, dedim. Ayrıca şunları söyledim: Ey Allah’ın Rasulü, şüphesiz Allah beni ancak doğru söylemekle kurtardı. Tevbemin bir parçası olmak üzere de hayatta kaldığım sürece doğrudan başka bir şey konuşmayacağım, dedim. Vallahi, bunu Rasulullah’a (sav) söylediğim günden şu günüme kadar doğru sözlülük hususunda Allah’ın müslümanlardan herhangi bir kimseyi, bu husustaki benim bu güzel sınavımdan daha güzeliyle sınamış değildir. Vallahi, o sözlerimi Rasulullah’a (sav) söylediğim günden itibaren şu günüme kadar kasten bir tek yalan dahi söylemedim. Ömrümün geri kalan kısmında da Allah’ın beni koruyacağını ümit ederim. Ka‘b (devamla) dedi ki: Aziz ve celil Allah da: “And olsun ki Allah Rasulü’nü de içlerinden bir grubun gönülleri de, az kalsın eğrilmek üzere iken, dar zamanda ona uyan muhacirlerle Ensar’ı da tevbeye muvaffak etti. Sonra onların bu tövbelerini de kabul buyurdu. Çünkü O, onları çok esirgeyendir, çok bağışlayandır. Geri bırakılan üç kişinin de (tevbesini kabul buyurdu.) Öyle ki yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. Kendi vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmıştı” (Tevbe, 117-118) buyruklarını “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun” (Tevbe, 9/119) buyruğuna kadar indirdi. Ka‘b dedi ki: Vallahi, Allah bana İslam hidayetini verdikten sonra kendi kanaatime göre Rasulullah’a (sav) doğruyu söylemekten daha büyük bir nimet lütfetmiş değildir. Çünkü böyle yapmayıp, ona yalan söylemiş olsaydım, yalan söyleyen diğerlerinin helâk olduğu gibi ben de helâk olacaktım. Çünkü vahiy nazil olunca Allah, o yalan söyleyen kimselere, başka kimselere söylediklerinin en ağır ve kötü sözleriyle hitap etti. Yüce Allah: “Yanlarına döndüğünüzde, onlardan (azarlamayıp) vazgeçmeniz için, önünüzde Allah’a yemin edeceklerdir. O halde siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir. Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler, siz onlardan hoşnut olsanız da şüphesiz Allah, o fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz” (Tevbe, 95-96) buyurmaktadır. Ka‘b dedi ki: Bizler yani bu üç kişi, Rasulullah’ın (sav) kendisine yemin edip onlarla bey’atleşip, onlara mağfiret dilediği o kimselerin durumundan sonra durumları ele alınan üç kişi olarak geri bırakılmış ve Rasulullah (sav) bizim işimizi bu hususta Allah hükmünü verinceye kadar geciktirmiş, ertelemiş idi. Bundan dolayı aziz ve celil Allah: “Geri bırakılan üç kişinin de (tövbesini kabul buyurdu)” (Tevbe, 9/118) buyurdu. Yoksa yüce Allah’ın bizi sonraya bırakılanlardan olduğumuzu söz konusu etmesi gazadan geri kalışımız değildir. Bununla O’nun bizleri sonraya bırakıp, işimizi Rasulullah’a (sav) yemin edip, ona mazeret beyan etmeleri üzerine mazeretlerini kabul ettiği kişilerden sonraya geciktirmesi ve bırakmasını kast etmiştir.]


    Öneri Formu
13364 M007017 Müslim, Tevbe, 53

Bize Mahmud b. Ğaylân, ona Ebu Davud, ona Hakem b. Atiyye, ona Sabit, ona da Enes (ra) şöyle demiştir: Hz. Ebubekir ve Ömer'in (ra) de aralarında bulunduğu muhacir ve ensar birlikte otururken Rasulullah (sav) onların yanına çıkardı. Hz. Ebubekir ve Ömer'den başkası gözünü kaldırıp Rasulullah'a (sav) (saygılarından dolayı) bakmazdı. Sadece onlar(yakınlıklarından ve samimiyetlerinden dolayı) bakardı. Rasulullah da onlara bakardı. Onlar O'na tebessüm ederler, O (sav) da onlara gülümserdi. Tirmizî dedi ki: Bu hadisi sadece Hakem b. Atiyye'nin rivayeti olarak biliyoruz. Bazı hadisçiler Hakem b. Atiyye hakkında (güvenilirliği hakkında olumsuz şekilde) konuşmuştur.


    Öneri Formu
21810 T003668 Tirmizi, Menâkıb, 16

Bize Yakub b. İbrahim, ona Yahya b. Said, ona Süleyman b. Muğire, ona Humeyd b. Hilal, ona Abdullah b. Muğaffel şöyle demiştir: Hayber savaşında (dolu) bir yağ tulumu atılmıştı. Gidip onu kucağıma aldım. "Bundan kimseye birşey vermeyeceğim" dedim. Arkama dönünce Rasulullah'ın (sav) (bu sözüme) gülümsediğini gördüm.


    Öneri Formu
25313 N004440 Nesai, Dahâyâ, 38

Bana Hasan b. Ali Hulvânî ile Ebû Bekir b. Nadr ve Abd b. Humeyd, onlara Yakub b. İbrahim b. Sa'd, ona babası, ona Salih, ona İbn Şihab, ona Muhammed b. Abdurrahman b. Haris b. Hişam, ona Hz. Peygamber'in (sav) hanımı Hz. Aişe (ra) şöyle demiştir: Hz. Peygamber'in (sav) hanımları, Rasulullah'ın (sav) kızı Fatıma'yı Rasulullah'a (sav) gönderdiler. O da içeri girmek için izin istedi. Kendisi benimle örtünün altında uzanmıştı. Ona girmesi için izin verdi. Fatıma 'Ey Allah'ın elçisi! Hanımların beni sana gönderdiler. Senden Ebû Kuhafe'nin kızı ile aralarında adaletli davranmanı istiyorlar' dedi. Ben susuyordum. Rasulullah (sav) ona "Ey kızcağızım! Sen benim sevdiğimi sevmez misin?" dedi. Fatıma 'Elbette severim' dedi. "O halde onu da sev!" buyurdular. Fatıma Rasulullah'tan (sav) bu sözü işitince kalktı ve Peygamber'in (sav) zevcelerine geri dönerek onlara kendi söylediğini ve kendisine Rasulullah'ın (sav) cevabını bildirdi. Onlar da Fatıma'ya 'Bu yaptığının bize hiçbir faydası olmadı. Rasulullah'a (sav) dön ve ona şöyle söyle: Hanımların senden Ebu Kuhafe'nin kızı ile aralarında adaletli davranmanı istiyorlar' dediler. Fatıma 'Vallahi ben onunla Aişe hakkında bir daha asla konuşmam' dedi. Bunun üzerine Peygamber'in (sav) hanımları, eşi Zeynep binti Cahş'ı gönderdiler. Rasulullah'ın (sav) nezdinde mertebesi bana denk olan sadece o idi. Dindarlıkta Zeynep'den daha iyi bir kadın görmedim. Ondan daha fazla Allah'tan sakınan, ondan daha doğru sözlü, ondan daha çok akrabayı gözeten yapan, ondan daha çok sadaka veren, çalışarak kazandığını sadaka vererek Allah'a yaklaştığı amelinde kendini ondan daha fazla yıpratıp o amelle Allah Teâlâ'ya yakınlaşmaya çalışan yoktu. Ancak mizacının sertliğinden kaynaklanan ve çabucak sönüveren bir hiddeti vardı. Zeynep, Rasulullah'ın (sav) yanına girmek için izin istedi. Rasulullah (sav) ise Aişe ile beraber örtüsünün altında Fatıma'nın girdiği zamanki halde bulunuyordu. Rasulullah (sav) ona da izin verdi. Zeynep 'Ey Allah'ın Rasulü, hanımların beni sana gönderdiler. Senden Ebû Kuhafe'nin kızı ile aralarında adaletle davranmanı istiyorlar' dedi. Sonra bana atıp tuttu ve hakkımda sözü uzattı. Ben onunla konuşmama izin verecek mi diye Rasulullah'ın (sav) gözüne bakıyordum. Zeynep aynı minval üzere konuşmaya devam etti. Nihayet Rasulullah'ın (sav) benim kendimi müdafaa etmemi yanlış görmeyeceğini anladım. Ben de Zeynep'e cevap vermeye başlayınca, ona karşı atağımda kendisine fırsat vermedim. Bunun üzerine Rasulullah (sav) gülümseyerek "Bu Ebubekir'in kızıdır!" buyurdular.


    Öneri Formu
277047 M006290-2 Müslim, Fadâilu's Sahabe, 83

Bize Abd b. Humeyd, ona Yakub b. İbrahim b. Sa'd, ona babası, ona Muhammed b. İshak, ona ez-Zührî, ona Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, ona da Abdullah b. Abbas'ın (r. anhümâ) rivayet ettiğine göre Ömer b. Hattab (ra) şöyle demiştir: Abdullah b. Übey öldüğünde Rasûlullah (s.a.v.), onun cenaze namazına çağrıldı. O (sav) da kalkıp gitti. Namaz kılmak için cenazenin karşısına geçince yerimden kalkarak göğsü hizasına dikildim ve 'Ya Rasulallah! Yaşarken falan falan günlerde şöyle şöyle diyen Allah'ın düşmanı Abdullah b. Übey’in cenaze namazını mı kılacaksın?' Bu sözlerim karşısında Rasulullah (sav) tebessüm etti. Bu konuda sözü uzatınca dedi ki: "Benden biraz geri dur, ey Ömer! Şüphesiz ki ben, serbest bırakıldım ve bir tercihte bulundum. Zira bana 'Onlar (münafıklar) için ister af dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek.' (Tevbe 2/80) buyruldu. Eğer yetmiş kezden fazla af dilediğimde bağışlanacağını bilsem kesinlikle dilerdim." Ardından onun cenaze namazını kıldı ve onunla birlikte yürüdü, defin işi bitinceye kadar kabrinin başında durdu. Allah ve Rasulü (sav), doğrusunu bilirken Rasûlullah'a (sav) karşı olan bu cesaretim sebebiyle şaşarım halime! Vallahi, az bir zaman geçmişti ki şu iki ayet nazil oldu: 'Onlardan ölen hiç biri üzerine asla namaz kılma; kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler. Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının güçlükle çıkmasını istiyor.' (Tevbe 9/84-85) Bundan sonra Rasulullah (sav), vefat edinceye kadar hiçbir münafığın cenaze namazını kılmadı, kabrinin başında da durmadı. Ebu İsa (Tirmizi) şöyle dedi: Bu, hasen sahih garib bir hadistir.


    Öneri Formu
18582 T003097 Tirmizi,Tefsîru'l-Kur'ân, 9

Bize Muhammed b. Abdullah b. Mübarek, ona Huceyn b. Müsenna, ona Leys, ona Ukayl, ona İbn Şihab, ona Ubeydullah b. Abdullah, ona da Abdullah b. Abbas’ın (r. anhümâ) rivayet ettiğine göre Ömer b. Hattab (ra) şöyle demiştir: Abdullah b. Übey öldüğünde Rasûlullah (s.a.v.), onun cenaze namazına çağrıldı. Rasulullah (sav) cenaze namazını kılmak için kalkınca karşısına atıldım ve ‘Ya Rasulallah! Übey b. Selül’ün cenaze namazını kılacaksın. Oysa o, şu şu günlerde, şöyle şöyle söylemişti.’ diyerek yaptıklarını saymaya başladım. Bu sözlerim karşısında Rasulullah (sav) tebessüm etti ve "Benden biraz geri dur, ey Ömer!" dedi. Kendisine karşı sözü uzatınca da "Şüphesiz ki ben, serbest bırakıldım ve bir tercihte bulundum. Eğer yetmiş kezden fazla af dilediğimde bağışlanacağını bilsem kesinlikle dilerdim." dedi. Ardından onun cenaze namazını kıldı. Derken az bir zaman geçmişti ki Berâe (Tevbe) Suresi’nden iki ayet indi. 'Onlardan ölen hiç biri üzerine asla namaz kılma; kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler. Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının güçlükle çıkmasını istiyor.' (Tevbe 9/84-85) Allah ve Rasulü (sav), doğrusunu bilirken o gün Rasûlullah'a (s.a.v.) karşı olan bu cesaretime daha sonra şaşırmışımdır!


    Öneri Formu
18968 N001968 Nesai, Cenâiz, 69

Bize Süleyman b. Davud, ona İbn Vehb, ona Yunus , ona İbn Şihab, ona da Abdurrahman b. Ka’b b. Malik , Abdullah b. Ka’b’ın şöyle anlattığını nakletti: Ka’b b. Malik’in Tebük seferine katılmayışını anlatırken şöyle söylediğini işittim: Rasulullah (sav) bir sabah Tebük gazvesinden dönüp Medine’ye geldi. Bir savaştan dönünce önce mescide girer iki rekat namaz kılar sonra (insanları irşad etmek, öğretmek ve konuşmak için) orada otururdu. Yine aynı şekilde yapıp oturunca Tebük seferine katılmayanlar geldiler ve (aslı astarı olmayan) özür dileyip (yalandan yere) yemin etmeye başladılar. Bunlar seksen küsur kişi idiler. Rasulullah (sav) onların zahirî beyanlarını kabul etti ve onlarla antlaştı (biatlarını kabul etti). Onlar için istiğfar etti, iç yüzlerini de Allah’a havale etti. Bu sırada ben de geldim ve selâm verdim, (Rasulullah) bana öfkeli bir şekilde tebessüm etti ve şöyle dedi: "Gel…!" Ben de gelip önüne oturdum, bana dedi ki: "Seni savaşa katılmaktan geri bırakan sebep nedir? Sen bineceğin hayvanı satın almamış mıydın?" Ben de “Ey Allah’ın Rasulü! Vallahi dünyada sizden başka kimin yanına otursam (özür beyan ederek) onun gazabından kurtulacağımı biliyorum. Çünkü bana fesahat ve etkili konuşma yeteneği verilmiştir. (İkna kabiliyetim çok fazladır.) Fakat, Allah’a yemin olsun ki şunu iyice anladım: Bugün benden hoşnut olmanız için size yalan söylesem kısa bir süre sonra Allah bunu bana kızgınlığa çevirir. Eğer size doğruyu söylesem yine bana kızarsınız ama doğruyu söylemekle Allah’ın beni affedeceğini umarım. Vallahi ben sizinle savaşa katılmayıp geri kaldığım günlerdeki kadar hiçbir vakit bedenen sağlam ve bolluk içerisinde olmadım (Mazeretim yoktu).” Bunun üzerine Rasulullah (sav) "Evet bu doğru söyledi" dedi. (Bana) "Kalk ve Allah senin hakkında bir hüküm verinceye kadar (bekle)" dedi. Ben de kalktım ve belli bir süre bekledim. Bu hadis buradakinden daha uzundur.


    Öneri Formu
23301 N000732 Nesai, Mesacid, 38

Bize Muhammed b. Abdüla'la, ona Mu'temir, ona Ubeydullah b. Ömer -O Umeri'dir-, ona Sabit, ona Enes şöyle demiştir: Rasulullah (sav) Cuma günü hutbe verirken bazıları kalkıp şöyle seslendiler: 'Ey Allah’ın Peygamberi! Yağmurlar kesildi, hayvanlar helak oldu, yağmurun yağması için Allah’a dua et.' Bunun üzerine Peygamberimiz (sav): "Allah’ım bize yağmur ver. Allah’ım bize yağmur ver" diye dua etti. Allah’a yemin ederim ki gökyüzünde hiçbir bulut yok iken bir bulut meydana geldi, etrafa dağıldı. Sonra o buluttan yağmur yağdı. Rasûlullah (sav) mimberden inerek namazı kıldı. İnsanlar dağıldılar, yağmur ertesi cumaya kadar devam etti. Ertesi cuma Rasulullah (sav) tekrar hutbeye çıktığında bazıları 'Ey Allah’ın Peygamberi! binalar yıkıldı, yollar yağmurdan geçilmez oldu. Allah’a dua et de yağmur kesilsin' diye seslendiler. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) tebessüm ederek şöyle dua etti: "Allah’ım üzerimize değil; çevremize yağdır" Ardından Medine’ye yağmur yağışı kesildi. Yağmur çevreye yağıyor, Medine’ye bir damla bile düşmüyordu. Medine'ye baktım, taç giymiş gibiydi.


    Öneri Formu
26393 N001518 Nesai, İstiskâ, 10