1728 Kayıt Bulundu.
Bize Abdurrezzâk, ona Ma'mer, ona Zührî, ona Atâ b. Yezîd el-Leysî, ona da Ebu Hüreyre "Her ümmet, (dünyada iken yaptıkları) kitabına çağrılacaktıré (el-Câsiye 45/28) ayeti hakkında şöyle rivayet etmiştir: "İnsanlar Peygamber’e (sav) 'Ey Allah’ın Rasulü! Kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz?' diye sordular. Peygamber (sav) 'Bulutsuz bir havada güneşi görmekte zorlanır mısınız?' buyurdu. Sahabe 'Hayır, zorlanmıyoruz' dedi. 'Bulutsuz bir gecede dolunayı görmekte zorlanır mısınız?' buyurdu. 'Hayır, zorlanmıyoruz' dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: İşte siz de kıyamet gününde Rabbinizi aynı şekilde (açık ve net olarak) göreceksiniz. Allah, insanları bir araya toplar ve 'Her kim bir şeye tapıyorduysa şimdi onu takip etsin' buyurur. Böylece aya tapanlar ayı, güneşe tapanlar güneşi, tağutlara tapanlar da tağutları takip eder. Bu şekilde herkes tapındığı şeye gider. Geriye sadece, içindeki münafıklarıyla birlikte bu ümmet kalır. "Allah, onlara tanımadıkları bir surette gelir ve 'Ben Rabbinizim' buyurur. Onlar da 'Senden Allah’a sığınırız. Bu bizim yerimizdir, Aziz ve Celil Rabbimiz bize gelinceye kadar buradan ayrılmayız. O geldiğinde biz onu tanırız' derler. Sonra Allah, bildikleri surette onlara gelir ve 'Ben Rabbinizim' buyurur. Onlar da 'Evet, Sen Rabbimizsin' derler ve O’na tabi olurlar." "Sonra cehennemin üzerine köprü (sırat) kurulur. (Ravi der ki:) Peygamber (sav) 'Ben, köprüden geçenlerin ilki olacağım' buyurdu. O gün peygamberlerin duası da 'Allah’ım selâmet ver, selâmet ver' olur. Köprünün üzerinde sa‘dân dikeni gibi kancalar bulunur. Siz Sa'd'an'ı gördünüz mü? (Ravi der ki:) Ashab 'Evet ey Allah’ın Rasulü' dediler. Hz Peygamber şöyle buyurdu: İşte O kancalar da ona benzer ama onların büyüklüğünü ancak Allah bilir. Bu kancalar, insanların amellerine göre onları kapar. İçlerinden bazıları ameliyle geçip gider bazıları da helak olur. Allah kullar arasında hükmünü verdikten sonra, kendisinden başka ilah olmadığına şehadet edenlerden, rahmet dilediği kimseleri ateşten çıkarmak diler ve meleklerine 'Onları çıkarın' diye emreder. Melekler, onları secde izlerinden tanır. Allah, Âdemoğlunun secde izlerini ateşe haram kılmıştır. Melekler onları, bedenleri yanmış, kömürleşmiş bir halde ateşten çıkarırlar. Üzerlerine hayat suyu dökülür ve tıpkı sel suyuyla taşınan tohumun yeşerdiği gibi yeniden canlanırlar. Sonra yüzü ateşe çevrilmiş bir adam kalır ve 'Ey Rabbim! Ateşin kokusu beni zehirledi, sıcaklığı yaktı. Yüzümü ateşten çevir' diye Allah’a dua eder durur. Allah 'Eğer bunu sana verirsem, başka bir şey istemeyeceğine dair söz verir misin?' buyurur. Adam 'İzzetine yemin ederim ki başka bir şey istemem' der. Allah da onun yüzünü ateşten çevirir. Sonra yine 'Ey Rabbim! Beni cennetin kapısına yaklaştır' der. Allah 'Sen bana daha önce başka bir şey istemeyeceğine söz vermedin mi? Ey Âdemoğlu! Ne çabuk sözünden cayıyorsun' buyurur. Adam dua etmeye devam eder. Allah 'Eğer bunu da sana verirsem, başka bir şey istemeyeceğine dair bana söz verir misin?' buyurur. Adam 'Evet, izzetine yemin ederim, başka bir şey istemem' der. Allah, ondan söz ve yemin alır ve onu cennet kapısına yaklaştırır. Adam cennet kapısına yaklaşınca, cennet ona açılır. İçindekileri görünce, bir süre sessiz kalır. Sonra 'Ey Rabbim! Beni cennete al' der. Allah 'Sen bana başka bir şey istemeyeceğine dair söz vermemiş miydin?’ buyurur. Adam: 'Ey Rabbim! Beni kullarının en bedbahtı kılma' diyerek Aziz ve Celil Allah'a yalvarmaya devam eder. Sonunda Allah Teâlâ ona rahmetiyle güler ve cennete girmesine izin verir. Cennete girdiğinde ona 'Şu nimetleri dile' denir, o da diler. Ona tekrar 'Şu nimetleri de dile' denir. O diledikçe temennileri çoğalır. Sonunda ona 'Bu nimetler ve bir o kadarı da senin olsun' denir" Ebu Hüreyre’nin yanında oturan Ebu Saîd el-Hudrî, Ebu Hüreyre'nin "Bu nimetler senindir ve bir o kadarı da senin olacaktır" sözüne kadar, bu rivayetin hiçbir yerinde ona itiraz etmedi. Burada Ebu Saîd itiraz etti ve “Ben, Peygamber’in (sav) "Bu nimetler senindir ve on misli de senin olacaktır" buyurduğunu işittim” dedi. Ebu Hüreyre de “Ben de "Bir o kadarı da senin olacaktır" kısmını ezberledim.” dedi ve sonra şunu ekledi: "İşte bu adam, cennete en son girecek kimsedir."
Bize Yahya b. Said, ona Cerîr b. Hâzim, ona Adiy b. Adiy, ona Racâ b. Hayve ve Urs b. Amîre, onlara da babası Adiy şöyle demiştir: "İmru'l-Kays b. Âbis isminde, Kinde kabilesine mensup bir adam, Hadramevt bölgesinden bir adam hakkında Rasulullah'a (sav) gelerek bir arazi konusunda davacı oldu. Hz. Peygamber (sav), Hadramevt'li adamın delili olmadığı için onun delil getirmesine, İmru'l-Kays b. Âbis'in de yemin etmesine hükmetti. Bunun üzerine Hadramevt'li adam 'ey Allah'ın Rasulü, şayet ona yemin etme hakkı verirsen, Allah'a ya da Kabe'nin rabbine yemin olsun ki benim arazim elimden gider' dedi. Bunun üzerine Resulullah (sav) 'kim kardeşinin malını elde etmek için yalan yere yemin ederse, Allah'ın huzuruna O'nun gazabına uğramış halde gider' buyurdu ve ardından 'Onlar ki Allah'a verdikleri ahdi ve yeminleri az bir para karşılığında satan kimselerdir' [Ali İmran, 3/77] ayetini okudu. Bunun üzerine İmru'l-Kays, 'ey Allah'ın Rasulü, neyi kim için terk edenler' diye sordu, Rasulullah da 'cenneti' deyince, İmru'l-Kays 'öyleyse arazinin tamamını o adama bıraktığıma şahit ol' dedi."
"Uhud Savaşı’ndan iki yıl sonra Ahzâb Gazvesi meydana geldi. Bu, Hendek Günü idi. Rasulullah (sav) o gün Medine tarafındaydı. Müşriklerin lideri Ebu Süfyân’dı. Rasulullah (sav) ve ashabını on küsur gece kuşattılar. Sıkıntı her birine iyice ulaştı. Öyle ki, Nebî (sav), [İbn Müseyyeb’in rivayetine göre] 'Allah’ım! Sana ahdini ve vaadini hatırlatıyorum. Allah’ım! Eğer dilersen, (yeryüzünde) Sana artık ibadet edilmez' diye dua etti. Bu durum devam ederken, Nebî (sav), o gün Ebu Süfyân'ın yanında saf tutan, Gatafân kabilesinin lideri Uyeyne b. Hısn b. Bedr el-Fazârî’ye haber gönderdi ve 'Ne dersin, sana Ensar hurmalarının üçte birini versem, yanındaki Gatafânlıları alıp dönerek Müşrik ordusu (Ahzâb) arasında çözülme sağlar mısın?' dedi. Uyeyne 'Eğer bana yarısını verirsen yaparım' diye haber gönderdi. Bunun üzerine Nebî (sav), Evs kabilesinin reisi Sa'd b. Muâz ile, Hazrec kabilesinin reisi Sa'd b. Ubâde’yi çağırdı ve onlara 'Uyeyne b. Hısn, hurmalarınızın yarısını benden istedi. Karşılığında yanındaki Gatafânlılarla geri dönecek ve Ahzâb arasında çözülme sağlayacak. Ben ona üçte birini verdim, ama o yarısını istiyor. Siz ne dersiniz?' diye sordu. Onlar da 'Ey Allah’ın Resûlü! Eğer bu konuda sana bir emir gelmişse, Allah’ın emrini uygula' dediler. Rasulullah (sav) 'Eğer bana bu konuda bir emir gelseydi, size danışmazdım. Ama bu, benim kendi görüşüm, size arz ediyorum' buyurdu. Onlar 'Biz ona ancak kılıcı veririz' dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) 'İyi o zaman öyle olsun' buyurdu. Ma'mer der ki: Bana İbn Ebu Necîh haber verdiğine göre onlar 'Vallahi, ey Allah’ın Rasûlü! Allah bize İslâm’ı getirdiği vakit dahi ona (Uyeyne’ye) böyle bir şey vermezken, şimdi mi vereceğiz?' dediler. Hz. Nebî (sav) de ' iyi o zaman öyle olsun' dedi" Zuhrî, İbn Müseyyeb’den rivayetinde der ki: "Bu sırada Nuaym b. Mesûd el-Eşcaî geldi. O, hem Müslümanlar hem de karşı taraf tarafından güvenilir biriydi. İkisiyle de anlaşmalıydı. Nuaym Hz. Peygamber'e (sav) şöyle dedi: Ben Uyeyne ve Ebu Süfyân’ın yanında iken, onlara Kurayza oğullarından bir elçi geldi ve 'Dayanın! Biz Müslümanların merkezine saldıracağız' dedi. Hz. Peygamber (sav) 'Belki de onlara bunu biz emretmişizdir' buyurdu. Nuaym, sözü saklamayan biriydi. Nebî'nin (sav) bu sözünü aldı ve gitti. Ömer (ra) geldi ve 'Ey Allah’ın Rasulü! Eğer bu Allah’tan bir emir ise onu uygula, ama eğer kendi görüşünse, Kureyş ve Kurayza oğullarının meselesi senin için o kadar önemsiz ki kimsenin bu konuda sana söz söyleme hakkı yoktur' dedi. Bunun üzerine Nebî (sav) 'O adamı (Nu‘aym’ı) bana getirin' buyurdu. Onu getirdiler. Nebî (sav) ona 'Sana söylediğimiz şeyi kimseye söyleme' dedi. Nuaym gitti, Uyeyne ve Ebu Süfyân’ın yanına vardı ve onlara 'Muhammed’in ağzından işittiğiniz her söz doğru değil miydi?' dedi. Onlar 'Evet' dediler. Nuaym 'Ben ona Kurayza oğulları meselesini söyleyince, bana 'Belki biz onlara bunu emretmişizdir' dedi.' diye aktardı. Ebu Süfyân, 'Eğer bu bir hile ise yakında anlarız' dedi ve Kurayza oğullarına 'Bize, dayanmamızı ve Müslümanların merkezine saldıracağınızı söylediniz; bunun için bize rehin verin' diye haber gönderdi. Onlar da 'Şimdi cumartesi gecesi girdi, biz cumartesi günü hiçbir iş yapmayız' dediler. Bunun üzerine Ebu Süfyân, 'Kurayza oğulları bize tuzak kuruyor, çekilip gidin' dedi. Derken Allah onlara rüzgâr gönderdi, kalplerine korku düşürdü, ateşlerini söndürdü, atlarının bağlarını çözdü ve böylece savaşmadan çekip gittiler. Ravi der ki: Yüce Allah'ın 'Savaşta, inananlara Allah'ın yardımı yetti. Allah kuvvetli olandır, güçlü olandır' [Ahzâb, 33/25] buyruğu buna işarettir." Ravi der ki: "Hz. Peygamber (sav), ashabını onları takip etmeye çağırdı. Onları, Hamrâü’l-Esed’e kadar takip ettiler, sonra geri döndüler. Nebî (sav) zırhını çıkardı, gusletti ve güzel koku sürdü. Bu sırada Cebrail (as) 'Allah seni sana saldıran düşmanlarından korusun. Görüyorum ki Sen zırhını çıkarmışsın ama biz henüz çıkarmadık' diye Hz. Peygamber'e (sav) seslendi. Bunun üzerine Nebî (sav) hemen kalktı ve ashabına 'Size kesin olarak söylüyorum ki, Kurayza oğulları yurduna varıncaya kadar ikindi namazını kılmayın' buyurdu. Güneş batmadan oraya ulaşamadılar. Müslümanların bir kısmı 'Nebî (sav) namazı terk etmenizi istemedi' diyerek namazını yolda kıldı; bir kısmı ise 'Biz Nebî'nin (sav) kesin emrindeyiz, bunda sakınca yok' dedi. Böylece bir gurup inanarak ve sevabını Allah'tan umarak namazını orada kıldı, bir kısmı da inanarak ve sevabını Allah'tan umarak namazını kılmadı. Hz. Nebî (sav) iki gruptan hiçbirini kınamadı. Nebî (sav) yolda bazı toplulukların yanından geçti ve 'Buradan kim geçti?' diye sordu. Onlar 'Dihye el-Kelbî, beyaz bir katır üzerinde, altında ipekli bir örtü ile geçti' dediler. Nebî (sav) 'O Dihye değildi; o, Cebrâil’di. Kurayza oğullarına gidip, kalelerini sarsmak ve kalplerine korku salmak için gönderilmişti' buyurdu." "Müslümanlar Kurayza oğullarını kuşattılar. Nebî (sav) yaklaşıp konuşmalarını duyabilmek için sahabeye, kalkanlarıyla, kendisini taşlardan korumalarını emretti. Nebî (sav) onlara 'Ey maymun ve domuzun kardeşleri!' diye seslendi. Onlar: 'Ey Ebu Kâsım! Sen kaba bir insan değildin' dediler. Nebî (sav) onları savaşmadan önce İslâm’a davet etti, ancak onlar kabul etmediler. Hz. Peygamber ve beraberindeki Müslümanlar onlarla savaştı, sonunda, Sa'd b. Muâz’ın hüküm vermesi şartıyla teslim oldular ve Hz. Peygamber'in hakemliğini reddettiler. Böylece onlar kendileri için ağır bir hükme razı oldular. (Müslümanlar) onları getirdiler. Sa'd b. Mu‘âz, bir merkep üzerinde tutunmuş olarak geldi. Nihayet hepsi birlikte Allah’ın Rasulü’nün yanına vardılar. Kurayza oğulları, eski dostluklarını hatırlatarak Sa'd'ı etkilemeye çalıştı. Sa'd b. Muâz, vereceği hüküm konusunda Allah’ın Rasûlü (sav) ile istişare etmek üzere ona yönelmeye başladı. Hükmü açıklamadan önce, Rasulullah’ın (sav) ne diyeceğini bekliyordu. Allah Rasulü de ona 'Devam et, ben de bu hükme razıyım' demek istercesine 'Evet' diyordu. Sa'd 'Savaşçı erkekleri öldürülecek, malları taksim edilecek, kadın ve çocukları esir edilecektir' diye hüküm verdi. Nebî (sav) 'Doğru hüküm verdin' buyurdu. Hendek savaşında Müşrikleri Allah’ın Rasulü’ne (sav) karşı müşrikleri kışkırtan Huyey b. Ahtab, Kurayza oğullarına gelip geceleyin onların kalesinin kapısını çaldı. Onların reisi (Ka‘b b. Esed) 'Bu uğursuz bir adamdır. Sakın Huyey size uğursuzluk getirmesin' dedi. Fakat Huyey onlara seslenerek 'Ey Kurayza oğulları! Bana cevap vermeyecek misiniz? Bana katılmayacak mısınız? Beni misafir etmeyecek misiniz? Ben mağrur bir toplulukla geldim' dedi. Bunun üzerine Kurayza oğulları 'Vallahi ona kapıyı açacağız' dediler ve sonunda ona kapıyı açtılar. Huyey onların kalesine girdiğinde 'Ey Kurayza oğulları! Size zamanın en güçlü döneminde geldim. Size öyle bir soğuk (güçlü) rüzgârın estiği vakitte geldim ki, onun karşısında hiçbir güç duramaz' dedi. Reisleri ona 'Sen bize, gelip geçici ve yakında dağılacak bir soğuk (güçlü) dalgası mı vaat ediyorsun, yoksa bizi hiç ayrılmayan, sürekli bir deniz (gibi) kuşatacak bir tehlikenin karşısında mı bırakıyorsun? Sen bize ancak aldatıcı bir vaat veriyorsun' dedi. Buna rağmen Huyey, onlarla anlaşma yaptı ve 'Eğer Müşrik ordusu (Ahzab) dağılırsa, sizinle birlikte kalenizde kalacağım' dedi. Bunu üzerine onlar Hz. Peygamber’e (sav) ve Müslümanlara ihanet etmeyi kabul ettiler. Allah, Ahzab ordusunu dağıttığında Huyey, Ravhâ denilen yere gelince, onlara verdiği ahdi ve yaptığı sözleşmeyi hatırladı ve geri dönerek onlarla birlikte kaleye girdi. Sonra Kurayza oğulları esir edilince, Huyey b. Ahtab, dizbağı ile bağlı olarak getirildi. Peygamber’e (sav) 'Vallahi, sana düşmanlık etmemde kendimi kınamıyorum, ancak Allah kimi zelil kılarsa, o mutlaka zelil olur' dedi. Bunun üzerine Peygamber (sav) emretti, boynu vuruldu."
Abdurrezzâk, ona Ma'mer, ona Zuhrî, ona da Urve şöyle demiştir: "Müslümanların sayısı artıp iman açıkça görünür hâle gelince, Kureyşli kâfir müşrikler, kendi kabilelerinden iman edenleri gündemlerine aldı ve onlara işkence ederek, onları hapsederek dinlerinden döndürmek istediler. Ravi der ki: Bize ulaştığına göre, Rasulullah (sav) iman edenlere 'Yeryüzüne dağılın' diye emir buyurdu. Onlar 'Ey Allah’ın Rasulü! Nereye gidelim?' dediler. Rasulullah (sav) elini Habeşistan toprağına doğru işaret ederek 'Oraya (gidin)' buyurdu. Habeşistan, Rasulullah'ın (sav) Medine’den önce hicret etmeyi en çok istediği yerdi. Bunun üzerine kalabalık bir grup hicret etti. Onlardan kimi ailesiyle birlikte, kimi ise tek başına hicret etti. Nihayet Habeşistan’a ulaştılar. Zuhrî der ki: Bu hicrete; Cafer b. Ebu Tâlib, eşi Esmâ bint Umeys el-Has'amiyye ile birlikte; Osman b. Affân (ra) eşi, Rasulullah’ın kızı Rukiye ile birlikte; Hâlid b. Saîd b. Âs, eşi Ümeyme bt. Halef ile birlikte; Ebu Seleme, eşi Ümmü Seleme bt. Ebu Ümeyye b. Muğîre ile birlikte ve Kureyş’ten bir adam da eşiyle birlikte çıktı. Habeşistan’da Abdullah b. Cafer ve Hâlid b. Saîd’in kızı Ümme doğdu. Ümme Amr b. Zübeyir ile Hâlid b. Zübeyir’in annesidir. Yine dünyaya gelenler arasında Hâris b. Hâtıb ve Kureyş’ten bazı kişiler vardı." Zührî der ki: Bana, Urve b. Zübeyir' haber verdiğine göre Hz. Âişe şöyle demiştir: "Ben aklım erdim ereli anne ve babam Müslümandı. Gün bile geçmezdi ki, sabah ve akşam vakitlerinde Rasulullah (sav) bize gelmemiş olsun. Müslümanlar sıkıntıya maruz kaldıklarında, Ebu Bekir (r.a.) Habeşistan’a doğru hicret etmek üzere yola çıktı. Berku’l-Ğımâd denilen yere ulaştığında, Kârre’nin reisi olan İbn Düğünne ile karşılaştı. İbn Düğünne ona 'Nereye gitmeyi düşünüyorsun ey Ebu Bekir?' dedi. Ebu Bekir 'Kavmim beni yurdumdan çıkardı. Ben de yeryüzünde dolaşarak Rabbime ibadet etmek istiyorum' dedi. İbn Düğünne 'Ey Ebu Bekir! Senin gibi bir kişi ne yurdundan çıkarılır ne de kendi çıkıp gider. Sen, malı olmayan yoksulu gözetir, akrabalık bağlarını sürdürür, yük taşıyamayanın yükünü taşır, misafire ikram eder, hakkın gerektirdiği işlerde yardım edersin. Ben sana eman veriyorum, dön ve memleketinde Rabbine ibadet et' dedi. Bunun üzerine İbn Düğünne, Ebu Bekir ile birlikte geri döndü. Müşrik Kureyş ileri gelenlerinin yanına giderek 'Ebu Bekir yurdunu terk etmiş. Hâlbuki onun gibisi yurdundan çıkarılmaz. Siz, yoksulu gözeten, akrabalık bağını sürdüren, yük taşıyamayanın yükünü taşıyan, misafire ikram eden ve hak uğruna yardımcı olan bir adamı mı çıkarıyorsunuz?' dedi. Kureyş, İbn Düğünne’nin verdiği emanı kabul ederek Ebu Bekir’e eman verdi ve 'İbn Düğünne’ye 'Ebu Bekir'e söyle, evinde Rabbine ibadet etsin. Evinde istediği kadar namaz kılsın ama bize eziyet vermesin. Namazını ve Kur’an okuyuşunu evinin dışında alenileştirmesin' dediler. Ebu Bekir bu şartı kabul etti, ancak daha sonra evinin avlusunda küçük bir mescit inşa etti. Orada namaz kılıyor ve Kur’an okuyordu. Onun okuyuşu karşısında müşrik kadınlar ve çocuklar toplanıp dinliyor, hayran kalıyorlardı. Ebu Bekir çok duygulu bir adamdı. Kur’an okuduğunda gözyaşlarını tutamazdı. Bu durum Kureyş’in ileri gelenlerini endişelendirdi. İbn Düğünne’ye adam gönderip 'Biz Ebu Bekir’e sadece evinde ibadet etmesi şartıyla eman vermiştik. O ise bu şartı aştı, evinin avlusuna mescit yaptı, namazı ve Kur’an okuyuşunu açıktan yapmaya başladı. Kadınlarımızın ve çocuklarımızın etkilenmesinden korkuyoruz. Ona git ve uyar. İsterse evinde ibadet etmeye devam etsin, istemezse himayeni sana iade etsin. Biz, himayeni ihlâl etmekten hoşlanmayız, fakat onun bu şekilde açıkça ibadet etmesini de onaylamıyoruz' dediler. Âişe der ki: İbn Düğünne, Ebu Bekir’in yanına geldi ve 'Ey Ebu Bekir! Sana sağladığım himayenin şartını biliyorsun. Ya buna uyarsın ya da himayemi bana geri verirsin. Zira Araplar arasında, himayesini verdiğim bir kişiyi korumaktan vazgeçtiğim söylenmesinden hoşlanmam' dedi. Ebu Bekir 'O hâlde himayeni sana iade ediyorum. Ben Allah’ın ve Rasûlünün himayesinden razıyım' dedi." "O günlerde Rasulullah (sav) hâlâ Mekke’de idi. Müslümanlara 'Bana hicret edeceğiniz yurt gösterildi, bana hicret edeceğiniz yurt gösterildi. Hurmalık, iki kara taşlık (lava) arasında, tuzlu topraklı bir yer gördüm' buyurdu. Bunun üzerine Medine’ye hicret edenler oldu. Habeşistan’a hicret eden bazı Müslümanlar da Medine’ye geri döndü. Ebu Bekir de hicret için hazırlık yaptı. Rasulullah (sav) ona 'Acele etme, umarım bana da izin verilir' buyurdu. Ebu Bekir 'Bu izni gerçekten bekliyor musun, ey Allah’ın Rasulü?' diye sordu. Rasulullah (sav) da 'Evet' dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir, Rasulullah’a (sav) yoldaş olabilmek için bekledi. İki devesini dört ay boyunca semur ağacının yapraklarıyla besleyerek hazırladı." Zührî der ki: Urve'nin rivayet ettiğine göre Hz. Âişe şöyle demiştir: "Bir gün öğle sıcağında evimizde oturuyorduk. Ebu Bekir’e biri gelip 'İşte Rasûlullah (sav), başını örtmüş, geliyor' dedi. Ebu Bekir 'Anam babam Ona feda olsun! Bu saatte gelmesi ancak önemli bir iş sebebiyledir' dedi. Rasulullah (sav) geldi, izin istedi, kendisine izin verildi ve içeri girdi... Ebu Bekir 'Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Rasulü! Yanındakiler ancak ehlindir, (yabancı kimse yoktur)' dedi. Rasulullah (sav) 'Bana hicret izni verildi' buyurdu. Ebu Bekir 'Öyleyse yol arkadaşlığını isterim, anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Rasûlü!' dedi. Rasulullah (sav) 'Evet' dedi. Ebu Bekir 'O hâlde, anam babam sana feda olsun, şu iki deveden birini al' dedi. Rasulullah (sav) 'Bedelini ödeyerek alırım' buyurdu. Âişe der ki: Onları aceleyle yola hazırladık. Azık için bir torba yaptık. Kız kardeşim Esmâ, kuşağını ikiye bölerek torbanın ağzını bağladı. Bu yüzden ‘Zâtü’n-nitâkayn’ (iki kuşak sahibi) diye anıldı. Sonra Rasulullah (sav) ile Ebu Bekir, Sevr denilen dağdaki bir mağaraya ulaştılar ve orada üç gece kaldılar." Ma‘mer der ki: Osman el-Cezerî'nin bana haber verdiğine göre İbn Abbâs’ın azatlısı Meksem, Allah Teâlâ’nın 'Hani inkâr edenler seni yakalayıp bağlamak veya öldürmek ya da (Mekke’den) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı…” [Enfâl, 8/30] ayeti tefsirinde şöyle demiştir: "Kureyş Mekke’de toplandı ve istişare etti. Onlardan bazıları 'Sabah olunca O'nu bağlayalım'; bazıları 'Hayır, onu öldürelim' bir kısmı da 'Onu (şehirden) çıkaralım' dedi. Allah, Peygamberini bu plandan haberdar etti. O gece Hz. Ali, Peygamber’in yatağında yattı. Peygamber (sav) ise mağaraya doğru yola çıktı. Müşrikler, Hz. Ali’yi gözetlemeye başladılar; onu Peygamber zannediyorlardı. Sabah olunca Ali’nin üzerine yürüdüler. Onu görünce Allah onların tuzaklarını boşa çıkardı. 'Arkadaşın nerede?' diye sordular. Ali 'Bilmiyorum' dedi. Onun izini sürmeye başladılar. Dağa ulaştıklarında iş karıştı. Dağa tırmandılar, mağaranın yanından geçtiler ve kapısında örümcek ağı gördüler. 'Eğer buraya girmiş olsaydı kapısında örümcek ağı olmazdı' dediler. Böylece Rasulullah (sav) orada üç gün kaldı." Ma'mer der ki: Katâde şöyle haber vermiştir: "Onlar, Peygamber (sav) hakkında istişare etmek üzere Dâru’n-Nedve’ye girdiler ve 'Aranıza sizden olmayan (yabancı) kimse girmesin' dediler. Bu sırada şeytan, Necid'li yaşlı bir adam suretinde aralarına girdi. Onlar 'Bundan size zarar gelmez, bu Necid'li bir adamdır' dediler ve istişare etmeye başladılar. İçlerinden biri 'Onu bir deveye bindirip buradan çıkaralım' dedi. Şeytan 'Bu çok kötü bir fikir. O, aranızda bulunduğu hâlde bile size zarar veriyordu. Onu dışarı çıkarırsanız insanları ifsat eder, sonra da onları üzerinize salarak sizinle savaşır' dedi. Onlar 'Bu şeyhin söylediği çok doğru' dediler. Bir başkası 'Onu bir eve kapatıp kapısını çamurla örteriz, orada ölüp gidene kadar bırakırız' dedi. Şeytan 'Bu da kötü bir fikir. Sizce kavmi onu orada sonsuza kadar bırakır mı? Elbette onun için öfkelenecekler ve çıkaracaklardır' dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil 'Her kabileden bir adam seçelim. Hep birlikte kılıçlarını kuşansınlar, onu tek bir kılıç darbesiyle öldürsünler. Böylece kimin öldürdüğü belli olmaz ve kan davasına da girilmez' dedi. Şeytan 'Bu, en doğru görüştür' dedi. Bunun üzerine Allah, Peygamberini bu plandan haberdar etti. Peygamber (sav), Ebu Bekir’le birlikte “Sevr” denilen dağdaki mağaraya gitti. Hz. Ali ise Peygamber’in (sav) yatağında yattı. Müşrikler onu gözetledi; Peygamber (sav) zannediyorlardı. Sabah olunca Ali kalkıp sabah namazını kıldı. Onun üzerine yürüdüler, karşılarında Hz. Ali’yi görünce 'Arkadaşın nerede?' diye sordular. Hz. Ali 'Bilmiyorum' dedi. İzini sürdüler, mağaraya kadar geldiler, sonra geri döndüler. Rasulullah (sav) ve Ebu Bekir orada üç gece kaldılar." Ma'mer der ki: Zührî' Urve'den rivayet ettiği hadisinde şöyle demiştir: "Rasulullah (sav) ve Ebu Bekir, (Sevr) mağarasında üç gece kaldılar. Onların yanında geceleri, Ebu Bekir’in oğlu Abdullah kalıyordu. Abdullah, genç, zeki ve anlayışlı bir delikanlı idi. Gece seher vakti yanlarından çıkıyor, sabah olduğunda Mekke’de Kureyş’in arasında bulunuyor, onlarla birlikte geceyi geçirmiş gibi davranıyordu. Kureyş’in gizlice planladığı her şeyi işitiyor, hafızasında tutuyor ve akşam karanlığı bastığında gelip Peygamber’e ve babasına haber veriyordu. Ebu Bekir’in azatlısı Âmir b. Füheyre de onlara ait süt veren birkaç koyunu otlatıyordu. Gece bir vakit geçtikten sonra sürüyü mağaranın yanına getiriyor, onlar da koyunların sütünden içip barınıyorlardı. Sonra Âmir, koyunları tan yeri ağarmadan götürüyor, böylece üç gece boyunca izleri kapatıyordu. Rasulullah (sav) ve Ebu Bekir, Abd b. Adî oğulları kolundan, Dîl oğulları kabilesine mensup, yol bulmada usta (harrît) bir kılavuz kiraladılar. Bu adam, Âs b. Vâil ailesi ile anlaşması bulunan, Kureyş kâfirlerinin dini üzere olan birisiydi. Ona güvenip develerini teslim ettiler. Üç gün sonra Sevr mağarasında buluşmak üzere sözleştiler. Kılavuz, üç gecenin sabahında develeri mağaraya getirdi. Onlar yola koyuldular. Yanlarında Âmir b. Füheyre ve o Dîl oğulları kabilesinden olan kılavuz da vardı. Kılavuz, onları sahil tarafındaki Ezâhir yolundan götürdü." Ma‘mer der ki: Zührî'nin bana, Sürâka b. Cu‘şum’un yeğeni Abdurrahman b. Mâlik el-Müdlicî’den haber verdiğine göre, babası, Sürâka şöyle demiştir: "Kureyşli kâfirlerin elçileri bize geldiler. Rasulullah (sav) ve Ebu Bekir’i öldüren ya da esir eden kimseye, onun kan bedelini (ödül olarak) vereceklerini ilan ettiler. Ben, kendi kabilem Müdelic oğullarının meclisinde otururken, kabileden biri geldi ve 'Ey Sürâka! Az önce sahilde bir grup insan gördüm, bana öyle geliyor ki onlar Muhammed ve arkadaşlarıdır' dedi. Bunun gerçek olduğunu anladım, ama 'Hayır, onlar değil; sen filan ve filanı gördün, av peşindeydiler' dedim. Mecliste biraz daha oturduktan sonra kalktım, evime girdim. Cariyeme, tepenin arkasında tutmakta olduğu atımı getirmesini söyledim. Mızrağımı aldım, evin arka tarafından çıktım. Mızrağımı yere sürüyerek atıma vardım, bindim. Atımı sürerek hızla ilerledim. Onları görene kadar yaklaştım. Sesimi duyabilecek mesafeye gelince atım tökezledi ve yere düştüm. Ayağa kalktım, kınımdaki fal oklarını (ezlâm) çıkarıp 'Onlara zarar vereyim mi, vermeyeyim mi?' diye çekiliş yaptım, sonuç, hoşuma gitmeyecek şekilde 'Zarar verme' çıktı. Ama ben falı dinlemeyip atıma tekrar bindim ve ilerledim. Rasulullah’ın, Kur’ân okuyuşunu işittim. Kendisi hiç arkasına bakmıyor, fakat Ebû Bekir sık sık dönüp bakıyordu. Bu sırada atımın iki ön ayağı yere gömülüp dizlerine kadar battı. Yine yere düştüm. Atı kamçıladım, zorla ayağa kalktı ama ön ayaklarını güçlükle çıkardı. Ayağa kalktığında ön ayaklarının yerinde, göğe doğru alevsiz bir duman gibi yükselen bir toz bulutu oluştu." Ma'mer der ki: Ebu Amr b. Alâ’ya, '“الْعُثَانُ” nedir?' diye sordum. Bir süre sustu, sonra “Ateşsiz duman” dedi. Ma‘mer der ki: Zührî, hadisinde şöyle demiştir: (Süraka şöyle devam etti:) "Fal oklarıyla (ezlâm) çekiliş yaptım, 'Onlara zarar verme' şeklinde istemediğim sonuç çıktı. Bunun üzerine onlara eman verdim, durdular. Atıma binip yanlarına geldim. Onlardan gördüğüm engelleme ve başıma gelenlerden sonra, içime Rasulullah’ın (sav) işinin mutlaka üstün geleceği doğdu. Ona, 'Kavmin senin için ödül koydu' dedim. Yolculuğumda duyduklarımı ve insanların onlara ne yapmak istediklerini haber verdim. Azık ve eşya teklif ettim, benden hiçbir şey almadılar, sadece gizli tutmamı istediler. Ben de kendilerinden, bana eman verdiğine dair bir güven belgesi yazmalarını istedim. Bunun üzerine Rasulullah (sav), Âmir b. Füheyre’ye emretti, o da bana deri parçasına yazılı bir amanname verdi. Sonra yollarına devam ettiler." Ma'mer der ki: Zührî “Urve b. Zübeyir bana şöyle haber verdi” demiştir: "Hz. Peygamber (sav) yolda Zübeyir ile birlikte bir grup Müslümanla karşılaştı. Bunlar Şam’dan Mekke’ye dönen Medineli tüccarlardı. Onlar Rasulullah (sav) ile Ebu Bekir’e beyaz elbiseler verdiler. Medineli Müslümanlar, Rasulullah’ın yola çıktığını duyduğundan beri, her sabah Harra’ya gidip onu beklemeye başlar, Öğle sıcağı onları rahatsız edince de geri dönerlerdi. Bir gün yine bekleyip dönmüşlerdi ki, bir Yahudi kendi evinin kulesine çıkıp bakınırken Rasulullah (sav) ve arkadaşlarını beyaz elbiseler içinde, serap gibi dalgalanarak yaklaşırken gördü. Yahudi, yüksek sesle 'Ey Arap topluluğu! İşte beklediğiniz talihiniz geldi' diye bağırdı. Müslümanlar silahlanıp Rasulullah’a koştular, Harra’nın dışına kadar onu karşıladılar. Rasulullah (sav) sağa yöneldi, Amr b. Avf oğulları yurduna indi. Bu olay, Rebîulevvel ayının pazartesi günü oldu. Ebu Bekir insanlara konuşuyor, Rasulullah (sav) sessizce oturuyordu. Daha önce Rasulullah’ı görmemiş olan Ensar’dan bazıları Ebû Bekir'i, O sandı. Güneş Rasulullah’a vurunca, Ebu Bekir ridâsıyla ona gölge yaptı. O zaman insanlar hangisinin Peygamber (sav) olduğunu anladılar. Rasulullah (sav) Amr b. Avf oğulları yurdunda on küsur gün kaldı. Takvâ üzere kurulan mescidi inşa etti ve orada namaz kıldı. Sonra devesine bindi, insanlar yaya olarak onu takip etti. Medine’deki bugünkü Mescid-i Nebevî’nin yerine kadar geldi, burada devesi çöktü. Orası, o zaman bir kısım Müslümanların namaz kıldığı bir yerdi. Arsa Neccâr oğullarından Ebu Ümâme Esad b. Zürâre’nin himayesindeki iki yetim kardeşe; Sahl ve Suheyl’e ait hurma kurutma yeriydi. Rasulullah (sav) devesi çöktüğünde 'Burası konak yerimiz, inşallah' dedi. Çocukları çağırıp yeri satın almak istedi. Onlar, 'Size hibe ediyoruz ey Allah'ın Rasulü' dediler. Fakat o hibeyi kabul etmedi, bedelini ödeyerek aldı. Buraya mescit inşa edildi. Rasulullah (sav) da onlarla birlikte kerpiç taşıyor ve şu beyitleri okuyordu:" "Bu yük, Hayber’in yükü değildir; Bu Rabbimize daha hayırlı ve daha temizdir." "Allah’ım! Asıl ecir ahiret ecridir; Ensar’a ve Muhacirlere merhamet et." "Ravi der ki: Rasulullah’ın (sav), bu beyitler dışında hiçbir zaman tam bir şiir beyti söylediğini işitmedim. Bunları da mescit inşasında işçiler gibi tekrarlardı. Rasulullah (sav), Kureyşli kâfirlerle savaş devam ettiği için, Habeşistan’a hicret eden Muhacirler, Medine’ye gelişlerini geciktirildiler, ancak Hendek Savaşı sırasında Peygamber (sav) ile buluşabildiler. Esmâ bt. Umeys 'Ömer b. Hattâb, bizim Habeşistan’da kalışımızı ayıplardı' demiştir. Esmâ, bunu Rasulullah’a anlattığında, -Esmâ’nın ifadesine göre- Hz. Peygamber (sav) 'Hayır, siz öyle (ayıplanacak kimseler) değilsiniz' buyurdu. Savaş (Cihada izin) hususunda inen ilk ayet 'Kendilerine zulmedilenlere, savaşmak için izin verildi. Allah onların yardımına elbette kâdirdir' [Hac, 22/39] ayetidir."
Bize Yezîd, ona Sadaka b. Musa, ona Ebu İmrân el-Cevnî, ona Yezîd b. Bâbanûs, ona da Âişe’den rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah katında üç çeşit defter (günah sicili) vardır: Allah’ın hiç önemsemediği defter, Allah’ın hiçbir şeyini bırakmayacağı defter ve Allah’ın asla bağışlamayacağı defter. Allah’ın asla bağışlamayacağı defter, Allah’a ortak koşmaktır. Allah Teâlâ 'Şüphesiz ki kim Allah’a ortak koşarsa, Allah ona cenneti haram kılmıştır' [Mâide, 5/72] buyurmaktadır. Allah’ın önemsemediği defter, kişin terk ettiği bir günlük orucu, ya da terk ettiği bir vakit namaz gibi kulun kendi nefsi aleyhine işlediği, kul ile Rabbi arasındaki zulümdür. Allah Teâlâ dilerse bunu bağışlar ve affeder. Allah’ın hiçbir şeyini bırakmayacağı defter ise, kulların birbirlerine yaptıkları zulümdür. Bu konuda mutlaka kısas uygulanacaktır."
(Bize) Abdurrezzâk, ona Ma‘mer, ona Yunus Habbâb, ona Minhâl b. Amr, ona Zâzân, ona da Berâ b. Azib şöyle demiştir: "Rasulullah (sav) ile birlikte bir cenazeye çıktık. Rasulullah (sav) kabrin yanına oturdu. Biz de sanki başlarımızda kuş varmış gibi (sessiz, huşû içinde) onun etrafına oturduk. O sırada kabir için lahit hazırlanıyordu. Rasulullah (sav) üç kere 'Allah’a sığınırım kabir azabından' buyurdu, ardından şöyle buyurdu: Mümin, dünyadan ayrılıp ahirete yolcu olacağı vakit, yüzleri güneş gibi parlak melekler inerler. Yanlarında kefen ve güzel kokular vardır. Onlar göz alabildiğince kalabalık bir şekilde etrafına otururlar. Ruh çıktığında, gökle yer arasında ve gökte bulunan bütün melekler ona salât ederler. Ona göklerin kapıları açılır. Her bir kapının ehli, ruhunun önce kendilerine gelmesini Allah’tan ister. Ruhu semaya çıkarılınca melekler 'Ey Rabbimiz! Bu, Senin kulun falandır' derler. Allah Teâlâ 'Onu geri toprağa döndürün; ben onlara söz verdim: Onları ondan (topraktan) yarattım, yine ona döndüreceğim ve ondan bir kez daha çıkaracağım' buyurur." "Arkadaşları kabri başından ayrıldığında, Mümin, onların ayak seslerini işitir. Ona birisi gelir ve 'Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim?' diye sorar. O da 'Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed’dir' der. Melek ona bir daha sertçe 'Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim?' diye sorar. İşte bu, mümine yöneltilen son sorgudur. Mümin yine 'Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed’dir' der. Ona 'Doğru söyledin' denir. Bu konuda Yüce Allah 'İman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sabit bir sözle sağlamlaştırır, zalimleri ise saptırır. Ve Allah dilediğini yapar.' [İbrahim, 14/27] buyurmuştur. Sonra güzel yüzlü, hoş kokulu, güzel elbiseli bir kimse gelir ve 'Müjdeler olsun! Sana Allah’tan ikram ve ebedî nimet var' der. Mümin 'Sen kimsin?' der. O da 'Ben senin salih amelinim. Sen Allah’a itaatte hızlı, günah işlemekte yavaştın. Allah sana hayır versin' der. Ona cennetten bir kapı ve cehennemden bir kapı açılır ve 'Eğer Allah’a isyan etseydin, burası (cehennem) senin yerin olurdu' denir Sonra Mümin cennete bakar ve 'Rabbim, kıyameti çabuk getir ki aileme ve malıma kavuşayım' Ona 'Sakin ol' denir." "Rasulullah (sav) sözlerine devamla şöyle buyurdu: Kâfir ise, dünyadan ayrılıp ahirete yolcu olduğunda, yanına sert ve güçlü melekler iner ve ıslak yüne sokulmuş çatallı büyük bir demirin çekilip çıkarılması gibi, onun ruhunu damarlarıyla birlikte çekip alırlar. Ruhu çıkınca gökle yer arasındaki bütün melekler ve gökte olanlar ona lânet ederler. Göklerin kapıları kapanır. Hiçbir kapı ehli, onun ruhunun yanlarına çıkmasını istemez. Ruhu semaya çıkarılınca 'Rabbimiz! Bu Senin kulun falandır' denir Allah 'Onu (toprağa) geri döndürün; ben onlara söz verdim: onları ondan yarattım, yine ona döndüreceğim ve ondan bir kez daha çıkaracağım' buyurur. Sonra o da arkadaşlarının ayak sesini işitir. Ona birisi gelir ve 'Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim?' diye sorar O: ‘Bilmiyorum’ der. Ona 'Yazıklar olsun! Sana Allah’tan rezillik ve ebedî azap var' denir. O da 'Allah sana da kötülük versin, sen kimsin?' O da 'Ben senin kötü amellerinim. Sen Allah’a itaatte ağır, günah işlemekte hızlıydın. Allah sana kötülük versin' der. Sonra ona kör, sağır, dilsiz bir azap meleği musallat edilir. Elinde öyle bir tokmak vardır ki, onunla bir dağa vurulsa onu toz haline getirir. Onu bir darbe vurur; o toprak gibi olur. Sonra Allah onu tekrar eski haline döndürür, yine vurur. O da öyle bir çığlık atar ki, onu insan ve cin dışında her şey işitir." [Berâ b. Âzib der ki: Sonra onun için ateşten bir kapı açılır ve ateşten döşekler serilir.]
Bize İbn Nümeyr, ona Abdülmelik, ona Atâ, ona da Cabir şöyle demiştir: Rasulullah’ın (sav) döneminde, oğlu İbrahim’in vefat ettiği gün güneş tutulması oldu. İnsanlar “güneş, İbrahim’in ölümü sebebiyle tutuldu” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav) kalktı ve insanlara altı rüku ve dört secdeden oluşan bir namaz kıldırdı. Tekbir aldı, oldukça uzun okudu, ardından neredeyse kıyamı kadar uzun bir rükû yaptı, Rükudan kalktı, yine uzun bir kıraat yaptı ama bu, ilkinden daha kısaydı, sonra tekrar kıyamı kadar uzun rükûa yaptı, sonra rükudan kalkıp, bir kez daha kıraat yaptı, bu da öncekinden daha kısaydı, Sonra tekrar rükû yaptı, ardından secdeye vardı ve İki secde yaptı. Sonra tekrar kalktı ve yine üç rüku yaptı Bu üç rükuun her biri, kendisinden önceki rükudan daha kısa idi. Ancak rükûları neredeyse kıyamları kadar uzundu. Namaz sırasında, Rasulullah (sav) geri çekildi, cemaat de onunla birlikte geri çekildi. Sonra tekrar öne geçti, saflar da onunla birlikte öne geçti. Namazı tamamladığında güneş yeniden açılmıştı. Sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Güneş ve ay, Allah’ın ayetlerinden iki ayettir. Bunlar, hiçbir insanın ölümü veya doğumundan dolayı tutulmaz. Böyle bir şey gördüğünüzde güneş açılıncaya kadar namaz kılın."