1720 Kayıt Bulundu.
Bize Ebû Abdullah el-Hafız ile Ebû Bekir Ahmed b. el-Hasan el-Kadî rivayet ett; Ebû Abdullah rivayetinde “kale”, el-Kadî’nin “haddesenâ” lafzını kullandı. Onlara Ebû Cafer Muhammed b. Ali b. Duhaym eş-Şeybânî, ona Ahmed b. Hâzim, ona Cafer b. Avn, ona Ebû Umeys, ona Avn b. Ebî Cuhayfe, ona da babasının rivayet ettiğine göre; Rasûlullah (sav) Selman ile Ebû’d-Derdâ’yı kardeş yapmıştı. Bir gün Selman Ebû’d-Derdâ’yı ziyarete gitmiş, evde karısı Ümmü’d-Derdâ’yı perişan bir vaziyette görmüştü. Kendisine;
“- Bu ne hâl, ya Ümmü’d-Derdâ?” diye sorunca da,
“- Kardeşin Ebû’d-Derdâ geceleri ibadet ediyor, gündüzleri de oruç tutuyor. Onun dünyevî ihtiyaçlarla hiç lgisi yoktur” dedi. Derken Ebû’d-Derdâ da geldi, selam verdi, sonra Selman’a yemek getirdi. Selman kendisine;
“- Hadi sen de ye” deyince, Ebû’d-Derdâ;
“- Ben oruçluyum” dedi. Selman da,
“- Sana ueminle söylüyorum, mutlaka orucunu bozmalısın. Sen yemedikçe ben de yemeyeceğim” dedi. Bunun üzerine birlikte yemeği yediler.
Sonra Selman geceyi de orada geçirdi. Geceleyin Ebû’d-Derdâ namaza kalkmak istedi, Selman ona mani oldu ve dedi ki:
“- Ya Ebû’d-Derdâ! Vücudunun sende hakkı vardır. Rabbinin sende hakkı vardır. Âilenin de sende hakkın vardır. Dolayısıyla bazen oruç tut, bazen tutma. Geceleri biraz namaz kıl, ama karının yanına da git. Böylece her hak sahibine hakkını ver.”
Sabahın aydınlığı yüzünü gösterince Selman,
“- Haydi şimdi istersen kalk!” dedi. Birlikte kalktılar, abdest aldılar, bir miktar namaz kıldılar, sonra da sabah namazı için evden çıktılar. Ebû’d-Derdâ, Selman’ın söylediklerini kendisine haber vermek için Rasûlullah’a (sav) yaklaştı. Olanları anlatınce, Rasûlullah (sav) şunları söyledi:
“- Ya Ebû’d-Derdâ! Selman’ın da sana söylediği gibi vücudunun sende hakkı vardır.”
Bunu el-Buhârî es-Sahîh’de Bundâr vasıtasıyla Cafer b. Avn’dan rivayet etmiştir.
Bize Ebû Abdullah el-Hafız, ona Ali b. Hamşâz el-Adl, ona Ubeyd b. Şerîk el-Bezzâr, ona Yahya b. Bükeyr, ona el-Leys b. Sa’d, ona el-Hâris b. Yakub, ona Kays b. Râfi’ el-Kaysî, ona Abdurrahman b. Cübeyr, ona da Abdullah b. Amr’ın (ra) rivayet ettiğine göre;
Kendisi Muâz b. Cebel’e uğramıştı. O sırada Muâz evinin kapısında oturuyor, eliyle işaret ediyor, sanki kendi kendine konuşuyor gibiydi. Abdullah ona,
“- Bu ne hâl, ya Ebâ Abdurrahman? Kendi kendine konuşuyorsun” dedi. O da şunları söyledi:
“Bana ne oluyor ki, Allah’ın düşmanı (nefsim), Rasûlullah’dan (sav) işitmiş olduğum bir sözden beni alakoymak istiyor. Bana, şimdi evinde bekleme zamanı değil, meclise çıksana, diye (vesvese) veriyor. Halbuki ben Rasûlullah’ın (sav) şöyle söylediğini işittim:
“Kim Allah yolunda cihada giderse, Allah’ın garantisi altındadır. Kim evinde oturur, kimsenin kötülükle gıybetini yapmaz ise o da Allah’ın garantisi altındadır. Kim bir hastayı ziyaret ederse Allah’ın garantisi altındadır. Kim sabah veya akşam camiye giderse Allah’ın garantisi altındadır. Kim bir devlet başkanının yanına gidip onu desteklerse, o da Allah’ın garantisi altındadır.”
Allah’ın düşmanı (nefsim) ise beni evimden çıkarıp meclise göndermek istiyor.
Açıklama: Hz. Ali’nin her Ramazan öncesi hatırlattığı oruçla ilgili iki husus vardır: Öncelikle oruç tutmanın amacı, aç ve susuz kalmaktan ibaret olmayıp insanın Ramazan mektebinde lahûti bir hayatı da yaşayarak ahlakî erdemlerle donanmasıdır. Varsa kötü ahlakını terk etmesi, yoksa ahlakî güzelliklerini artırarak hayatına devam etmesi müminden beklenen hususiyetlerdendir. İkincisi kamerî sisteme göre Ramazan ayının başlangıç ve bitişinin hilalin görülmesine göre tespit edip yetkili kurum ve kuruluşların bunları insanlara duyurması veya haber vermesidir. Esasen her iki husus da Hz. Peygamber tarafından hayatında dile getirilen ve uygulanan hükümlerdir. Bire bir bu hadisleri Hz. Peygamber’den duyan damadı ve daha onun çocukluğundan itibaren yanında yetişmiş olan Hz. Ali de bunu insanlara duyurmuştu. Günümüzde Ramazanın başlangıç ve bitiminde farklı mezhep ve anlayışlar mevcut olup birlikte yaşamamız gereken bu sevinç ve ibadetlerde bile ülkeler arasında ihtilaflar yaşanmaktadır. Farz ve vacip ibadetlerin zamanını ilgilendiren böylesi bir problemi ele alan T. C. Diyanet işleri Başkanlığı 21-23 Şaban 1437/28-30 Mayıs 2016 tarihleri arasında İstanbul’da “Hicrî Takvim Birliği Kongresi” düzenlemiş ve bu kongreye İslam ülkelerinin ilgili bakanlıkları, fetva kurulları, çeşitli fıkhî kurulların temsilcileri, âlimler, fakihler ve astronomlar katılmış ve rü’yet-i hilal meselesi tartışılmış ve katılımcıların büyük çoğunluğunca kabul edilen bazı kararlar alınmıştır. Öncelikle Kuveyt’te, İstanbul’da yapılan aynı konulu kongrelerde alınan karalar ve Avrupa Fetva Araştırma Meclisi’nin (2009) ve Rabıta Fıkıh Akademisi’nin (2012) kabul ettiği temel ilke ve ölçütler tespit edilmiştir. Bu ilkelerin içinde en önemlileri şunlardır: Kamerî ayın başlangıcını tespitte temel ilke ister çıplak gözle olsun, ister modern astronomik aletlere bağlı gözlemle olsun, hilalin görülmesidir. İhtilafü’l-metâlia (hilalin farklı zamanlarda farklı yerlerde görülmesine) itibar edilmez. Bir yerde görülmüş ise bütün diğer yerlerde görülmüş kabul edilir. İkinci ilke kongre, bütün dünyada uygulanması için tekli takvimi kabul etmiştir, yani tek bir hicrî takvim bulunacaktır. Bu takvim, dünyanın herhangi bir yerinde gözle veya astronomik rasat aletleri ile görülebilme imkânını ve hem klasik alimlerin çoğunluğunca hem de günümüz fıkıh akademilerinin çoğunluğunca kabul edilen İhtilaf-ı Metâlia itibar edilmemesi görüşü esas alınmıştır. Bunların yanında bu takvim, dinî metinler/naslar ile kesin astronomik kurallar arasında bir çelişki ve çatışma olmadığından, astronomik ölçütler ve fıkhî kurallar beraberce göz önüne alınmıştır. Ayrıca Kongre dinî gün, bayram ve ibadetlerinin bütün dünyada özellikle Amerika ve Avrupa gibi Müslümanların azınlıkta olduğu yerlerde dinî duygu ve düşünce birliğini sağlayacağı, aynı anda yaşanan coşkunun ve heyecanın tesirini artıracağı dikkate alınarak bazı tekliflerde de bulunmuştur. (Uluslararası Hicrî Takvim Birliği Kongresi İstanbul’da Yapıldı, Diyanet Aylık Dergi, Haber Bülteni, s. 3-7, sayı, 307, Ankara, Temmuz 2016, özetle)
Açıklama: Abdullah b. Ömer’in (r. anhüma) kıraati Nâfi’, İbn Âmir ve Ebû Ca’fer kıraatlerinde vardır. Meşhur kıraate göre her orucun ayrı ayrı fidyesi, bu okunuşa göre tutulamayan oruçlarının tamamının fidyesi anlaşılır. Bir fakiri doyuracak yemek ise dinen sa’ denilen ölçek ile buğdaydan yarım ölçek; arpa, hurma, kuru üzüm gibi yiyeceklerden ise yarım ölçektir. Buna göre bir fakirin dinen sabah akşam doyabileceği asgarî miktar …. gramdır. Fidye ise, bir şeyin yerine sayılmak üzere verilen bedeldir. Ayetin bir muhayyerlik ifade ettiğini düşünen Abdullah b. Ömer ve bazı alimler bundan sonra gelen ayetteki “Kim bu aya yetişirse oruç tutsun..” emriyle bu muhayyerliğin mensuh olduğunu, yani muhayyerlik hükmünün kaldırıldığını beyan etmişlerdir. Ancak her iki halde de ayetin hasta ve yolcu siyakında mazereti olanlar için ruhsat olduğunda şüphe yoktur. Ancak fidye vermek bir mazeret sebebiyle eda ve kazaya imkânı kâbil bulunmadığı takdirde kaza ve kısmen de eda manasında meşru kılınmıştır. Dolayısıyla “oruç tutmakta zorlananlar…” sürekli mazereti olanlar demek olur ki, bunda nesh yoktur. (Elmalı’lı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I. 631-632. Konu hakkındaki geniş bilgi ve anlayışlar için bkz. Aynı eser, 632-640). Sürekli mazereti olanlar ise hastalığı sürekli olup iyileşmesi mevcut bilgilere göre mümkün olmadığı düşünülen hastalar, pir-i fâniler gibi olanlar demektir.